07 Temmuz 2024

Kusursuz Cinayet üzerine Halis Dokgöz'le: Bir cinayet varsa mutlaka bir iz de vardır ve önemli olan bu izleri irdelemektir

""Yaşamımızdaki tüm adli olaylar bir yandan hukuk ve adaletin nesnesi olurken bir yandan da sosyal yaşamın öznesi oluyor. Ve bu özne de edebiyat, sinema ve görsel sanatların konusu haline geliyor. Burada en büyük sorun suç ve suçlu ararken sosyal yaşamın niteliği, psikoloji ve ortam ile birlikte kültürel kodların yeterince değerlendirilmemesi… Ve bu yüzden daha çok edebiyat, sinema, görsel sanatlarla ifade edilmeye gereksinim bulunuyor"

Hepimizin ya film seyrederken gerilmişliği ya da romanı elinden bırakamamışlığı vardır. Özellikle de gizemli cinayet içeren filmlerde ya da kitaplarda. Hitchcock'un 1948 tarihli ilk renkli filmi Rope (bizde Ölüm Kararı diye oynamıştı) ya da Andrew Davis'in A Perfect Murder (bizde Kusursuz Cinayet diye oynamıştı) filminde olduğu gibi. Filmler iyi güzel de 2020 yapımı toplam 6 sezon boyunca her bir sezonda 45 dakikalık 15 bölüm bulunan How to get away with murder (Cinayetten nasıl sıyrılırsınız) dizisini seyretmeye ne zamanım ne de sabrım var.

Günlük haberlerde yeteri kadar cinayet okuyoruz zaten. Kadın cinayetlerinden faili meçhul cinayetlere dek… Her zaman adalet de tecelli etmiyor.

Halis DokgözBirGün gazetesinde karikatür çizdiği Metafor köşesinden ya da bir bilim insanı olarak çıktığı televizyon programlarından ya da gazete söyleşilerinden hatırlayabilirsiniz. Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Prof. Dr. Halis Dokgöz'ün son kitabı Kusursuz Cinayet'i son olarak Nisan 2024'te Türkiye'ye geldiğimde alıp bir solukta okudum. Sonra döndüm, altını çizerek yeniden okudum. Geçtiğimiz hafta da kitap üzerine Halis'le konuşarak ve yazışarak geçti. Halis kitabının "adli bilimler ve adli tıp alanına meraklı insanlara, kriminoloji ve polisiye tutkunlarına, hukukçulara, medya çalışanlarına, edebiyat, sinema-dizi ve görsel sanatlarla amatör veya profesyonel olarak ilgilenen herkese yeni perspektifler katacağına" inanıyor. Haksız da değil. Ben de oturup Halis'le konuştuklarımızı yazıya döküp sizlerle paylaşayım dedim.

Adli bilimler deyince oldukça geniş bir yelpaze, teknolojik ve pozitif bilimler topluluğu karşımıza çıkıyor. Adli bilimler, adaletin toplum ve toplumu oluşturan bireyler arasında eşit olarak sağlanabilirliğine hizmet eden sağlık bilimleri, fen bilimleri ve sosyal bilimler gibi eğitsel, teknolojik ve pozitif bilimler topluluğunu kapsayan çok disiplinli bir alan. Hazırsanız Halis saysın size adli bilimlerin iş birliği yaptığı disiplinleri (bu sıralanan bilim dallarını ve alanları "adli" parentezine alacaksınız): "tıp, hukuk, kriminoloji, kriminalistik, patoloji, psikiyatri, biyoloji, toksikoloji, diş hekimliği, farmakoloji, entomoloji, antropoloji, seroloji, otomotiv, balistik, yangın ve kundakçılık, hemşirelik, meteoroloji, veterinerlik, felaket kurbanlarının kimliklendirilmesi, eczacılık, olay yeri inceleme, tıp hukuku, tıp etiği, animasyon, görüntüleme, fotoğrafçılık, bilişim, muhasebe, tekstil, palinoloji, jeoloji, ve astronomi."

Prof. Dr. Halis Dokgöz 

Halis, adli tıbbın günümüzde çoğunlukla hem ölüleri inceleyen adli patolojiyi hem de kişilerin yasa ve yargıyla kontrol altında tutulmasını sağlayan etkileşimi içeren klinik adli tıp uygulamaları olarak adli çalışmaların tüm yönlerini tanımlamak için kullanılmakta olduğunun altını çiziyor.

"Genel olarak hem ölüm olgularında ölüm nedeni, ölüm zamanı ve ölüme etki eden faktörlerin incelenmesi hem de yaşayan bireylerde travma, cinsel saldırılar, suç ve suçla ilişkili davranışların irdelendiği klinik adli tıp uygulamaları adli bilimlerin temelini oluşturmaktadır. Ayrıca dünyanın pek çok ülkesinde adli bilimlerin hem cinsel saldırı, çocuk istismarı gibi klinik hem de ölüm değerlendirmesi ve otopsi gibi patolojik yönüyle ilgilenen uygulamaları bulunuyor."

Adli tıbbın hem klinik hem de postmortem (ölüm sonrası) uygulamalarının çerçevesini hukukun çizdiğini söylüyor Halis. Adli tıbbın yalnızca yerel değil evrensel hukuk normlarına ve tıbbi etik değerlerine uygunluk göstermek ve bilimsel gelişmelere koşut olmak durumunda olduğunu belirtiyor. Halis, adli tıp uzmanlarının görevlerinin bir parçasının da iyi bir "tıbbi hukuk" bilgisine sahip olmayı gerektirdiğinin altını çizerek devam ediyor:

"Böylece tıp biliminin bilimsel normlarını yasal boyutu ile irdeleyebilme, değerlendirebilme ve uygulayabilmek mümkün olabilmektedir. Adli tıp uzmanları kendi meslek alanlarındaki bilimsel gelişmelerin yanında tıp biliminin diğer disiplinlerindeki gelişmeleri de izlemek, konsültasyon ve değerlendirme süreçlerinin bir parçası olmak, ulusal ve evrensel hukuk konusunda bilgi sahibi olmak ve yine evrensel etik ilkelere bağlı kalarak bir yaklaşım sergilemek durumundalar."

Hani şu filmlerden söz etmiştim ya, bunlar bir anlamda adli bilimler ve adli tıp pratiklerin tıp dışı alanlardaki yansımaları. Sanat eserlerinde olayı mantıksız bulup "Yok artık! Mümkün değil?" diye sorgulamayıp inançsızlığımızı askıya aldığımız ve kitabı okumaktan ya da filmi izlemekten zevk aldığımız zamanları bir kenara koyarsak, bu yansımaların sorunlu olup olmadığını merak ediyorum (İnançsızlığı askıya almak, gerçekdışı ya da gerçek hayatta imkansız olan bir şeyi, örneğin spekülatif bir kurgu eserindeki bir şeyi anlamada eleştirel düşünme ve mantığın isteyerek göz ardı edilmesi, bastırılması ve bunun yerine, anlatının tadını çıkarmak adına buna inanılmasıdır).

Bilim ve teknolojideki gelişmeler kadar insanın ruhsal durumunun yanı sıra yaşadığı ortam ve çevre koşullarını bir bütünlük içinde değerlendiren bir yaklaşımın zorunluluğundan söz ediyor Halis. Edebiyat, sinema, tiyatro ve animasyon gibi kültür sanat alanlarının en sevdiği motiflerin başında katilin bulunamadığı ve gizemiyle ortada kalmış bir cinayet olgusu olduğunu belirtiyor. Bahsedilen yalnız bir cinayet olgusu ve katilin kim olduğu sorusunun çok ötesinde aslında. Halis'e göre olayın geçtiği zaman ve mekan, yaşam biçimleri ve tarihsel arka plan sanata dönüşürken tanıklıklar da nesnel gerçekliğe dönüşüyor.

"Yaşamımızdaki tüm adli olaylar bir yandan hukuk ve adaletin nesnesi olurken bir yandan da sosyal yaşamın öznesi oluyor. Ve bu özne de edebiyat, sinema ve görsel sanatların konusu haline geliyor. Burada en büyük sorun suç ve suçlu ararken sosyal yaşamın niteliği, psikoloji ve ortam ile birlikte kültürel kodların yeterince değerlendirilmemesi… Ve bu yüzden daha çok edebiyat, sinema, görsel sanatlarla ifade edilmeye gereksinim bulunuyor. Ben de hem adli tıp ve adli bilimler okuryazarlığı yapıyorum hem de karikatürlerimle böyle bir derdin peşine düştüm diyebilirim."

Halis, polisiye edebiyatta Sophokles, Edgar Allen Poe, Dostoyevski, Agatha Christie, Sir Arthur Conan Doyle, Tess Gerritsen, Grange gibi yazarların roman ve hikayelerinde geçen kurmaca(!) cinayetler kadar gerçek hayatta da karşılaştığımız olgular bulunduğunu söylüyor.

"Sonuç olarak hikâye, roman, dizi ve filmler, edebiyat ve sinema gibi görsel sanatlar alanında bilimsel gerçekliklerin bilinip anlaşılır kılındıktan sonra eserin üretilmesi hem bilimsel gerçekliğin bir parçası hem de edebiyatın sanatın öznelliğinin değerlendirilmesinde bir zorunluluk olarak öne çıkıyor. Bilimsel temeli olmayan yanlışlıklar üzerine kurgulanmış ve yükseltilmiş bir eser bazen başlamadan biter. Büyük romanlar, büyük filmler, büyük diziler ve büyük büyük bilimsel hatalar ve gaflar…"

Aydınlatılamayan (ya da aydınlatılmayan) bir cinayet, cinayetin kusursuz olduğu anlamına gelmiyor kuşkusuz. Cinayetlerin niye aydınlatılamadığını ya da aydınlatılmadığını soruyorum Halis'e. Halis, bir cinayetin aydınlatılamaması ve/ya da aydınlatılmamasının yeni cinayetlerin önünü açtığını söylüyor önce. "Adli tıp ancak 16. yüzyılın sonlarında bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıktı, 1800'lü yıllar ile birlikte alanda çığır açılan bir dönem başladı ve cinayetler daha nesnel verilerle aydınlatılmaya başladı." Fransa'nın Sherlock Holmes'u olarak tanınan krimonolog Dr. Edmond Locard (1877 - 1966) adli bilimin temel ilkesini şöyle formüle etti: "Her temas bir iz bırakır". Locard'ın değişim ilkesi olarak bilinen bu değerlendirme genellikle "iki nesne arasında temas olduğunda, bir değişim olacaktır" şeklinde anlaşılır. Biyokimyager ve krimonolog Paul Leland Kirk (1902-1970) bu ilkeyi şu şekilde ifade etmiştir:

"Bilinçsizce de olsa, nereye adım atsa, nereye dokunsa, ne bıraksa onun aleyhine sessiz tanık olacaktır. Yalnızca parmak izleri ya da ayak izleri değil, saçları, giysilerindeki lifler, kırdığı cam, bıraktığı alet izi, çizdiği boya, kan ya da meni. Bütün bunlar ve daha fazlası onun aleyhine sessiz tanıklık yapmaktadır. Bu unutmayan bir delildir. Anın heyecanından şaşmaz. İnsan tanıklar yok olabilir, ama bu kanıtlar yok değildir. Bu gerçek bir kanıttır. Fiziksel kanıtlar yanlış olamaz, yalan yere yemin edemez, sırra kadem basamaz. Yalnızca insanın onu bulmadaki, incelemedeki ve anlamadaki başarısızlığı onun değerini azaltabilir."

Halis devam ediyor:

"Aslında anlatmaya çalıştığım hukukun çizdiği bir çerçeve ve bu çerçeve içinde aranılan bilimsel gerçeklik ve/veya katil kim? Cinayeti kim veya kimler işledi ve bu cinayetlerin işlenme koşulları ve ortam? Bağımsız ve evrensel nitelikte bir adli bilimler yaklaşımı yoksa bazı cinayetler istenilse de aydınlatılamayabilir! Çünkü bilirkişilik sistemi de o hukukun bir parçası oluyor."

Dr. Edmond Locard ve Dr. Paul Leland Kirk 

Cinayeti kusursuz kılma çabası (delilleri yok etme açısından) katil tarafından mı yapılıyor yalnızca, olayın aydınlatılamamasında devreye başkaları giriyor mu, hangi faktörler rol oynuyor bu işte diye soruyorum Halis'e.

"Katil, cinayeti işlediği yere gelir, cinayeti işler, delilleri yok eder/etmeye çalışır ve olay yerinden ayrılır. Ancak bu basit gibi görünen kurguda ardında pek çok iz bırakır. Bir cinayet varsa olay yerinde mutlaka bir iz de vardır ve önemli olan bu izleri görünür kılmak ve irdelemektir. Bilim ve teknolojideki gelişmeler cinayet işleyen katillerin farkında olmadan bıraktıkları delillerin hızlı ve basit bir şekilde bulunmasına da sağlar. Olay yeri incelemesinde ve adli tıbbi muayenede teknoloji kullanımı saldırgan ve saldırıya ait gözle görülemeyen ip, giysi, plastik vs. maddeler, insana ait kıl, saç, kulak kiri, tükürük, sperm gibi biyolojik materyaller elde edilebilir. Tüm bu izler DNA incelemesinin yapılabilmesine ve böylelikle katilin kimliklendirilmesine olanak sağlar."

"Otopsi ile sadece ölüm zamanı ve ölüm nedeni değil aynı zamanda eylemin niteliği, nasıl olduğu ve/veya olabileceği yorumlanarak kaza, intihar, cinayet veya doğal nedenli bir ölüm olup olmadığı da ortaya konulabilir. Toksikolojik inceleme saldırgan ya da mağdurun bedeninde uyutucu, uyuşturucu ve/veya toksik bir madde bulunup bulunmadığı, eğer varsa dozunu saptarken yine kimyasal, biyolojik, radyoaktif, nükleer maddeye bağlı ölümlerin de nedenini açıklamaktadır. Gelişen bilim ve teknoloji artık delilleri kolaylıkla saptıyor, zor olansa onları inceleyecek ve yorumlayacak insanın yetiştirilebilmesini sağlayacak adli bilimler yaklaşımı sanırım."

"Cinayetlerin aydınlatlılamasında güdümlü hukuksal yapılanmalar, bilirkişilik kurumları yanında spekülasyona oldukça açık olan komplo teorileriyle açıklayabileceğimiz etkenler devreye girebiliyor. Ayrıca, hukukun adaletin tecellisinden daha çok hukuksal boşluklardan yola çıkılarak yani hukukun arkadan dolanılarak yanlış yönlendirilmesi söz konusu olabilir. Ne demek istiyorum? Avukatlık mevcut hukuksal normalarda boşluk ve eksiklikleri bularak ceza almamak ve/veya olası en az ceza almanın yollarını ören bir meslek olarak da öne çıkıyor. Burada adaletin tecellisi ve bilimsel gerçeklik mi yoksa müvekkilerin cezasızlaştırılması ve/veya az ceza aldırılmasının bir başarı olarak sunulması söz konusudur. Ve olayın aydınlatılmaması söz konusu oluyor bu durumda. Ayrıca olaylarla ilgili delillerin alınmasında hukusal kurallara uygun delillendirme de çok önemli olabiliyor."

Bunun en güzel örneğinin 1994'te ABD'de O. J. Simpson'ın eski eşi Nicole Brown Simpson ve arkadaşı Ron Goldman'ın Los Angeles'ta öldürülmesi olayıyla ilgili olan dava olduğunu belirtiyor Halis.

"Simpson'ın evinde bulunan kan lekeleri, olay yerindeki izler ve diğer deliller soruşturmadaki ihmaller ve delillerin hukuka uygun alınmaması gibi hatalar yüzünden farklı bir yöne evrilirken Simpson'ın servetini döktüğü avukatları ise olayı ırk temelli bir savunmaya dönüştürdüler. 3 Ekim 1995 tarihinde, Simpson masum bulundu. Ve bu karar tüm dünyada ünlü bir zenginlik ve adalaet tartışmalarını beraberinde getirdi."

Siyasal cinayetlerde konu doğal olarak katil kim sorusunun çok ötesine gidiyor. Bunu ülkemizdeki çözülmeyen siyasi cinayetlerden biliyoruz, son dönemin Tahir Elçi ve Hrant Dink cinayetleri bunun en çarpıcı örneklerinden. Bir de zorla kaybedilenler ya da faili meçhul cinayetler var. Plaza de Mayo Anneleri'nin direnişi gibi, ülkemizde 1000 haftayı aşkındır her Cumartesi kayıplarını arayan Cumartesi Anneleri'nin onurlu direnişi yüreğimizi titretiyor. Yargısız infazların, gözaltında kayıpların, faili meçhul cinayetlerin "kusursuz cinayet" perspektifinden değerlendilebilirliğini soruyorum Halis'e. "Bu tür sistematik kayıpları(!) kusursuz cinayet olarak tanımlamak annelere ve kayıplara haksızlık olacaktır" diyor Halis, "Faili meçhul cinayet ve kayıpları kendi perspektifinden sistematik bir yaklaşım olarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Toplumsallaşmış yani topluma mal olmuş olaylarda mesele katilin kim olduğunun çok ötesindedir. Arka planda hangi örgütsel yapılar, devlet içinde yapılanmış yasa dışı birimler, uluslararası istihbarat örgütleri gibi pek çok etkenler söz konusu olabiliyor. Tetiği çeken katil kim sorusundan çok daha önemli olan arka plan ve sosyal kodların sorgulanması gerekiyor. Örneğin, Hrant Dink cinayetine bu gözle bakmak gerekiyor. O nedenle toplumsallaşmış cinayetlerde olayın katilin kim olduğunun çok ötesinde arka plan ortaya konulmadığı için çözülemiyor. Burada devreye değişik erkler, siyasal ve uluslararası yapılanmalar devreye girdiği komplo teorilerinin de çok ötesinde görünüyor."

Avukat Murat Çelik, Hukuk Defterleri/Hukukun Tersyüzü sitesinde yazdığı "Faili Meçhul" Siyasi Cinayetler ve Türkiye Gerçeği yazısında Arjantin, Şili ve Türkiye'den siyasal cinayetlerle ilgili 3 filmin altını çiziyor. İki Papa (The Two Popes, Fernando Meirelles, 2019), Kayıp (Missing, Costa Gavras, 1982), ve Press (Press, Sedat Yılmaz, 2010). Hem Çelik'in yazısını okuyun hem de kaçırdıysanız bu filmleri seyredin derim. 

Güvenlik kameraları kuşkusuz görüş alanlarında gerçekleşen cinayetleri aydınlatmada önemli bir teknolojik araç. Neredeyse kişiyi tüm şehir boyunca izlemek mümkün. Bu iyi güzel de böylesi bir teknoloji diğer yandan özel hayatı tehdit etmiyor mu? Yani bu kameraların kontrolü yönetenlerin elinde olduğundan farklı bir "kontrol" yöntemine çok kolay dönebiliyor. Halis'e bu dengenin çok mu kırılgan olduğunu soruyorum:

"Sokaklarda, evlerde, iş yerlerinde her yerde güvenlik kameraları ve yanımızda taşıdığımız ve sürekli sinyal veren cep telefonları bireysel özerkliğimizi yok ederken diğer yandan suç ve/veya suçluların belirlenmesinde çok yardımcı unsurlar olabiliyor, Orwell'in 1984 romanındaki gibi sürekli bir gözetlenme hali. Dengenin kırılması her an mümkün ve bu kırılan denge ne yazık ki hep bireysel özgürlüklerimiz aleyhine."

Kusursuz cinayet benzetmesini başka kriminal olaylara da uyarlamak mümkün gibi geliyor bana, kusursuz hırsızlık gibi mesela. Halis, Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudrillard'in o ünlü sözlerini hatırlatıyor.

"Baudrillard cinayet kusursuz olsaydı, cinayetin unsurlarına ulaşmak da olanaksız olurdu. Kusursuzluğun cezası, onun aynen yeniden üretilmesidir. Cinayetin gizemi katil ve kurbanın birbirine karışmasına dayanmakta olup son çözümlemede aslında katil ve kurban aynı kişi, nesne ve özne birdir. Dünyanın özünü kavramamız, ancak bu kökten eşdeğerliğin gerçekliğini tüm alaycılığı içinde kavramamızla olanaklıdır. Gerçek, yanılsama içinde kaybolmaz; bütünsel gerçeklik içinde kaybolan, yanılsamadır diyor. Baudrillard'ın bu saptaması ve öngörüsü kriminal dünyanın her alanı için geçerli bence. Şunun da altını çizmekte yarar var, suçlu her zaman bir adım öndedir. Önce suç ortaya çıkar profesyoneller ardından koşarlar. Bu yaklaşımla cinayet hiçbir zaman kusursuz değildir ve cinayetin silahı da bizzat kusurun kendisi olduğu gerçeğini unutmamamız gerekiyor."

Murat Çelik'in yukarıda sözünü ettiğim yazısının girişinde Ahmet Arif'in o unutulmaz Otuz üç kurşun şiirinden alıntıladığı, siyasal cinayetin olağanüstü anlatımı ile noktalamak istedim bu söyleşiyi…

"…

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

…"

Ümit Kartoğlu kimdir?

Ümit Kartoğlu 1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu, aynı üniversiteden Halk Sağlığı uzmanlığını 1984 yılında aldı.

Türkiye'de sağlık sisteminde her kademede çalıştı. 1993 yılında Halk Sağlığı alanında doçentliğini aldı. 1988-1990 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyeliği yaptı.

İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'ndeki üç yıl görevden sonra, 1994'te ülkeden ayrılarak UNICEF'te sağlık danışmanı olarak göreve başladı.

2000-2001 yıllarında Güney Sudan'daki savaş sırasında uluslararası kuruluşların sağlık çalışmalarını koordine etmekle yükümlü Operation LifeLine Sudan'da Sağlık Koordinatörlüğü'ne getirildi.

2001-2018 yılları arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Cenevre Genel Merkezi'nde aşı kalitesi ile ilgili danışman olarak görev yaptı. Şimdi Extensio et Progressio danışmanlık şirketinin kurucusu ve CEO'su olarak görev yapıyor.

Kartoğlu 1974 yılından bu yana karikatür çiziyor, kişisel sergileri dışında Ohannes Şaşkal ile birlikte birçok ortak sergi açtı, ilk ortak sergileri Ankara ve İstanbul'da 1980'de Burhan Solukçu'nun anısına açtıkları K-ÖMÜR, son sergileri ise 2008'de Hrant Dink'in anısına Paris'te açtıkları Le Chiendent (Ayrıkotu) oldu. İlk karikatür kitabı ZAMAN ZAMAN Karakare yayınlarından 1986 yılında yayınlandı. 1980 darbesiyle Darwin'in biyoloji kitaplarından çıkartılması üzerine İldeniz Kurtulan'la birlikte "yoksun bırakılanlar" için DARWİN ve EVRİM KURAMI kitabını yazıp çizdi. Nihat Behram gurbetteyken şiirlerini karikatür kartpostalları olarak yayınladı.

Dr. Kartoğlu'nun yayımlanmış birçok bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor (Bu kitapların hepsi Kartoğlu'nun web sitesinden PDF ve ePUB3 olarak ücretsiz olarak indirilebiliyor).

Dr. Kartoğlu 2011 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle iki kez Ludwig Rajhman Halk Sağlığı Ödülü'ne değer bulundu. http://kartoglu.ch/

 

Yazarın Diğer Yazıları

Profesyonel kibir: Özgüven trajedisi

“Çalkalama testi”nin çalışmadığı iddiasının hiçbir bilimsel temeli yoktur. Çünkü sıvılarda partiküllerin çökme olayı tümüyle fizik kurallarıyla gerçekleşmektedir, yani her zaman bir sıvı içindeki ağır partiküller hafif partiküllere oranla daha hızlı çökecektir. Çalkalama testi çalışmıyorsa birileri ağır partikülün her zaman hafif partikülden hızlı çökmeyeceğini, yani 1687’den beri kanun olarak bildiğimiz yerçekiminin olmadığını kanıtlamak durumunda. Peki, konu bu kadar basit ve bilimsel bir temele dayanıyorsa çalkalama testine burun kıvıran ülkelerde ve Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın kullanmama gerekçesi nedir?

Şapkaları çıkartalım

Ben şapkaları çıkarttım… TDK sözlüğünde Nâzım şapkalı geçiyor bugün, ama Âzem’in şapkasını çıkartmış TDK. Nâzım’a saygımdan hem adını şapkalı yazdığı hem de öyle imzaladığı için şapkasız bırakmadım Nâzım’ı hiç. Yılmaz Güney’i bir başka severim. Bugün “artık bırakıyorum, siz de çıkarın şapkaları” dediğim halde, TDK’nin çıkarttığı şapkaya inat, Âzem’in şapkasını geri koyuyorum

Kontrol listeleri uzmanlık kibrine karşı

Kontrol listeleri, hataları önlemeye yönelik etkili bir koruma sağlar. Bu listeler, gerekli asgari adımları hatırlatır ve açık bir şekilde ifade eder. Böylece yalnızca doğrulama imkânı sunmakla kalmaz, aynı zamanda performans disiplinini artırarak daha yüksek standartları da teşvik eder. Cerrahlar, ne kadar deneyimli ya da uzman olurlarsa olsunlar, kontrol listelerini büyük bir titizlikle kullanarak daha başarılı sonuçlara ulaşabilirler. Unutulmamalıdır ki, “Bildiklerimizin hacmi ve karmaşıklığı, bunların faydalarını doğru ve güvenli bir şekilde sunma yeteneğimizi aşmıştır.”

"
"