07 Kasım 2024

Welcome sayın Trump ve go home sevgili demokrasi

Seçimleri yine Trump kazanmış. Türk milliyetçileriyle Kürt milliyetçileri bir anda herkesi şaşırtıp karşılıklı masalara oturmuş. Ana muhalefet devamlı oyuna gelip durmuş

Donald Trump

Bizden çok ama çok uzak bir kıtada, kocaman bir ülke, demokratik yolla yapılan bir seçime gitti, herkes kendi iradesiyle sandığa oyunu attı ve sonuçta;

Irkçılık kazandı. Açgözlülük kazandı. Hırs kazandı. Yalancılık kazandı. Kurnazlık kazandı.

Kin kazandı. Nefret kazandı. Savaş kazandı. Öfke kazandı. Adaletsizlik kazandı. Çıkarcılık kazandı. Yolsuzluk kazandı. Kötülük kazandı.

Demokrasi kendini kaybetti.

Bundan 42 yıl önce tam bugün bu ülkede de bir seçime gidilmişti ve o seçimi Kenan Evren ve 1982 Anayasası kazanmıştı.

Yani işkenceciler, darbeciler, adaletsizler, soyguncular, günü gelince ülkeyi tarikatlara peşkeş çekecekler, tüm sol değerleri alaşağı edecekler, cumhuriyetin kazanımlarına göz dikecekler, suyu yavaş yavaş kaynatıp kurbağayı öldüğüne değil içinin ısındığına ikna edecekler, terörü köpürtecekler, dini inançları istismar edecekler, bağımsızlığa sırt çevirecekler, ülkenin Ortadoğu cehennemine kaymasının yoluna taşlar döşeyecekler kazanmıştı.

Biz halkın iradesinden ve demokratik yollarla yapılan seçimlerin sonuçlarının dünyayı felakete sürükleyebileceği gerçeğinden korkmayı, bundan 40 yıl önce çoktan öğrenmiş olmalıydık. Olamadık.

Hâlâ seçimlerden medet umuyoruz. Halkların birgün akıllanıp gerçekten kendileri için, dünya için iyi şeyler yapacak liderleri seçebileceklerini düşünürken, aslında hiç bel bağlamamamız gereken ne varsa inatla onlara bel bağlıyoruz.

Tercihini, büyük paralar akıtılan reklam ajanslarının destekleriyle bir mal gibi pazarlanan politikalara kanarak yapacak olan seçmen kalabalıklarının tamamen tüketici refleksiyle oy kullandığı şu dünya düzeninde, bir gün her şeyin güzel olacağına inanırken acaba neye güveniyoruz?

Kalabalıklar, kendilerini en iyi kandırana oy vermeyi marifet zannediyorlar. Bu gaflet temelinin üzerine inşa edilmiş bir sistemin demokratikliğiyle övünmek ciddi bir aymazlık.

Halkın gücünün gerçekten kendisine ait bir güç olduğu ve kalabalıkların tercihlerini belirlerken gerçekten toplum çıkarlarını ve huzurunu öncelikli tuttuğu bir dünya hayal edebilmek için öncelikle;

Dağdaki çobanla şehirdeki bankacının oyunun bir olabilmesi gerekiyor. Bunun için de her ikisinin eğitim hakkının, sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının, barınma hakkının, seyahat hakkının, kültürel değerlerine sahip çıkma hakkının ve gelir güvencesinin, “eşit” olmayı geçelim önce “var” olması gerekiyor.

Cahilliği pohpohlayan, uyanıklığı yücelten ve kalabalıkları mahrum kaldıkları şeylere ulaşabilmek için illegal yolları izlemeye yüreklendiren iktidarlara “güçlü” gözüyle bakan bir seçmen kitlesi yaratmakla işe başlayanların ele geçirdiği bu dünya düzenini tamamen yakmak sonra her şeyi bambaşka yerden yeni baştan kurmak gerekiyor.

Demokrasinin nimetlerinden külliyen kötülerin faydalandığı bu düzende koşa koşa oy vermeye giden ve tercihleriyle dünyayı cehenneme çevirecek insanları iktidara getiren kalabalıkların savunduğu tüm dini ve ahlaki değerlerin önce yerle bir edilip yerlerine öncekilere hiç benzemeyen yeni değerlerin koyulması gerekiyor.

Seçimlerini, kendi gerçek tercihlerinin bir önemi olmadığını, kendilerine işaret edilen şeyleri tüketmeye kandırıldıklarını fark etmeden hevesle yapan kalabalıkların elinden seçme ve seçilme hakkını almak ve onun yerine sırtlarına seçme ve seçilme sorumluluğu yüklemek gerekiyor.

Demokrasilerde çare tükenmez ama bazen demokrasinin kendisi tükenir.

Dünyayı yönetenlerin satranç oyuncuları gibi uzun vadeli hamlelerini hesapladığı;

Onlar tarafından yönetilenlerinse tavla oyuncuları gibi devamlı zar atıp, kazanmayı da kaybetmeyi de şansa bağladığı bu hayatta bir bakmışsınız, demokratik bir seçim yapılmış ve…

Seçimleri yine Trump kazanmış.

Türk milliyetçileriyle Kürt milliyetçileri bir anda herkesi şaşırtıp karşılıklı masalara oturmuş.

Ana muhalefet devamlı oyuna gelip durmuş.

Siz “Sevr'di, Lozan'dı” derken;

Anayasa muktedirin hayrına istenildiği gibi yontulmuş.

Mine Söğüt kimdir?

Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.

Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.

Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.

Yayımlanmış yapıtları

- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000)
- Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003)
- Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003)
- Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004)
- Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006)
- Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007)
- Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009)
- Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010)
- Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011)
- Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011)
- Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019)
- Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020)
- Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)

 

Yazarın Diğer Yazıları

“Allahım sen Türk’ün ve Kürt’ün kardeşliğini koru, âmin!”

Şu 101 yıllık süreci ister şu son 101 günü doğru okumaya, kendinize durabileceğiniz adil bir nokta bulmaya çalışın, mümkün değil başaramazsınız. Devlet nedir, halk kimdir, inanç niyedir, bu dünyada asıl neyle savaşılması gerekir?

Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi

Bu ülkede yıllardır her şey oluyor, bir tek uyanış olmuyor. Kürtlerle Türkler, yaşlılarla gençler, laiklerle muhafazakârlar, kadınlarla erkekler, sağcılarla solcular ve yoksullarla varsıllar farklı ninnilerle hep aynı uykuya yatıyor

Madencinin sesi olmak

Çıplak ayakla Soma’dan Ankara’ya yürüdüler. İş baretlerini yerlere vura vura “Ölmek istemiyoruz” dediler. Açlık grevine girdiler. Ve gözaltına alındılar. Bir iş kazasında ölmemek ve tok karınla insanca yaşamak isteyen bir avuç maden işçisinin nezdinde şimdi bu ülkenin çok önemli bir ödevi var. Herkesin bu işçilerin kısılmaya çalışılan sesi olması gerekiyor

"
"