Fernas maden işçilerinin direnişi sürüyor
Kalabalıklar, anca bir deprem olup koca bir şehir insanların tepesine yıkıldıktan sonra ayaklanırlar ama o da kötü şehirleşmenin sorumlularının üzerine yürümek için değil, onlar yüzünden toprağa gömülen insanları kurtarmak, kurtulanlara yardım etmek içindir.
Kalabalıklar, anca bir çocuk öldürüldüğünde o çocuğun ölümüne yol açanlardan nefret ederler ama öldürülme tehdidiyle sarmalanmış sayısız hayatın içine doğup büyüyen çocukların yanından kaygısızca geçip giderler.
Kalabalıklar, anca bir madende göçük olduğunda o göçüğün altında kalan madenci için üzülmeyi akıl ederler ama madencilerin çalışma şartlarının iyileştirilmesi için attıkları çığlıkları duymazdan gelirler.
Yine öyle oluyor.
Haftalardır madenciler bas bas bağırıyorlar.
“Ölmek istemiyoruz” diyorlar.
Onları duyan yok.
Herkes medya tarafından reyting hesabıyla servis edilen acılara odaklı. Para etmeyen trajediler gözden ırak, gönülden de ırak.
Kapitalizmin egemenliğindeki sistemin en büyük başarılarından biri, toplumun duygusal zekasına atılan politik format. Sistem, hak istemeyi, hakkını almayı, hak vermeyeni sarsmayı haddini aşmak sanan kalabalıkları, adalet talep etmenin risklerine kolayca ikna ediyor.
O yüzden haftalardır direnen maden işçilerinin eylemleri ülkede olup biten onca şeyin arasında hak ettiği sesi asla getiremiyor, ilgiyi bir türlü kendisine çekemiyor.
Oysa maden işçilerinin hikayesi herkesin hikayesi. Onların başına ne geliyorsa, aynısı herkesin başına geliyor. İktidarla el ele veren patronlar, tüm sektörlerde yasa, kural tanımadan sadece kendi kazancının peşine düşüyor, çalışma şartlarının iyileştirilmesini talep eden işçiler anında kendilerini kapının önünde buluyor.
Tek fark birileri susuyor, birileri susmuyor.
Eğer bir gün susmayanların susanlardan daha kalabalık olacağı bir dünya hayalimiz varsa;
Emsallerinden daha düşük ücretle ve korkunç koşullarda çalıştırıldıkları, haklarını aramak istediklerinde, sendikaya üye olduklarında, örgütlenmeye kalktıklarında işten atıldıkları ve taleplerini dinleyen hiçbir muhatap bulamadıkları için haftalardır eylem yapan yani susmayan bir avuç maden işçisinin sesini çoğaltmamız ve her yere yaymamız gerekiyor.
Sistemin iktidarla el ele vererek inşa ettiği hileli güce değil, işçinin üretimden gelen gücüne tekrar ve tekrar güvenmemiz gerekiyor.
Madenciler hatırlayalım ne istiyorlar ne istemiyorlar?
Sürekli gaz kaçağı ve elektrik çarpması tehlikesi olan maden ocağında boğazlarına kadar suyun içinde yeterli donanım olmadan çalıştırılarak ölmek, kimyasallara maruz kalarak kanser olmak, kör olmak istemiyorlar.
Çalışırken maskeleri, baretleri, tulumları, gözlükleri eksiksiz olsun istiyorlar.
Yemeklerini zehirli maddelerle dolu varillerin üzerinde, kabloların arasında ve nem içinde yemek istemiyorlar.
Kuru ve güvenli bir ortam olarak inşa edilebilecek yaşam odaları olsun istiyorlar.
Maden ocağında gerekli denetimler düzenli yapılsın, iş makineleri kontrollü kullanılsın istiyorlar.
Çok ağır koşullarda ölümüne çalışıyorlar; bunun karşılığında hak ettikleri ücreti almak istiyorlar.
En önemlisi de karşılarına muhatap olacakları bir yetkili çıksın istiyorlar.
Onun için haftalardır direnişteler. Çıplak ayakla Soma’dan Ankara’ya yürüdüler. İş baretlerini yerlere vura vura “Ölmek istemiyoruz” dediler. Açlık grevine girdiler. Ve gözaltına alındılar.
Bir iş kazasında ölmemek ve tok karınla insanca yaşamak isteyen bir avuç maden işçisinin nezdinde şimdi bu ülkenin çok önemli bir ödevi var.
Herkesin bu işçilerin kısılmaya çalışılan sesi olması gerekiyor.
Ürkek vicdanları nicedir, işlerini kaybetmekten korkmakla, sosyal medyada yazacakları bir cümle yüzünden hapse atılmak arasına sıkışıp kalan kalabalıklar artık gözlerini ekranlardaki abur cuburdan ayırmalı ve sokağa ve gerçeğe bakmalılar.
Medya tarafından acı pornosu haline getirilip “Hadi şimdi kahrolun” diyerek servis edilen haberlerin büyüsüne kapılıp onlarla oyalanmak yerine, ana akım medyalarda kendisine yer bulmayan haberleri etraflarına duyurmanın peşine düşmeliler.
Ve en önemlisi o kalabalıklar, kalabalık olmanın anlamını kavramalılar.
Mevcut iktidarla yaşıt olanlar ve hatta 12 Eylül sonrası doğanlar doğal olarak bilemezler ama geri kalanlar hatırlarlar, bir zamanlar hem bu ülkede hem de tüm dünyada işçiler ayaklandığında dünyanın durduğu olmuştu.
Şimdi dünya dursa, kimse ayaklanmıyorsa…
Bunun tek nedeni kalabalıkların üretimden gelen güçlerini unutması ve tüketimle gelen bağımlılıklarını kanıksamasıdır.
Bir de bunu fırsat bilen eşkıyanın dünyaya hükümdar olmasıdır.
Mine Söğüt kimdir?
Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.
Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.
Yayımlanmış yapıtları
- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000) - Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003) - Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003) - Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004) - Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006) - Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007) - Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009) - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010) - Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011) - Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011) - Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019) - Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020) - Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)
|