Bugün “İsrail Lübnan’dan sonra gözünü topraklarımıza dikecek” diyenler, bunu savaşın bu topraklara sıçramasından korktukları için söylemiyorlar.
Kendilerinin de parçası olduğu, savaş ekonomisine bel bağlayan onaylanmış total bir dünya ticaretinin çığırtkanlığını yapıyorlar.
Tıpkı, ömrü önceden belirlenmiş cihazlar üreten ve önümüzdeki yıllar içinde kaç kişiye o cihazlardan kaç tanesini satacağını baştan hesaplayıp ekonomik rotasını ona göre çizen büyük şirketler gibi, ne zaman nerede nasıl bir savaş çıkacağını öngörüp ona göre silah üretip satan büyük şirketler, bu şirketlerin arkasında kapı gibi devletler var.
Ve kimsenin buna bir itirazı yok.
Patlayan her savaşı birileri ticari bir ilmin azmiyle asırlık planlar çerçevesinde önceden görebiliyorlar. Ekonomik ve politik kazanç hesaplarından yola çıkarak tüm savaşları bilinçli bir şekilde körüklüyorlar.
Terör örgütleri bunun için var. Halkı kimlik siyaseti yaparak birbirine düşüren politik iradeler bu işe yarıyor. Kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlamadığımız bir dünya siyaseti bu kazanç hırsının rüzgarından güç alarak esip gürlüyor.
Ve savaşlar gerektiği zaman kolayca çıkıyor.
Gerektiği zaman da hemen bitiyor.
Ve dünya savaşların ardındaki asıl meseleleri hiçbir zaman tüm gerçekliğiyle kayda geçirmiyor.
Kimse açık açık çıkıp, İsrail’e ve destekçilerine ya da onun hedefindeki Müslüman ülkelere ve destekçilerine “Kutsal kitaplar bahane, savaş şahane, di mi?” diyemiyor.
Hıristiyanlardan budistlere tüm dinlerin, hâkim oldukları coğrafyalardaki siyaseti biçimlendirme hırsının tehlikeleri ağza alınmıyor.
Neredeyse hiç kimse savaşların bitmesi için önce dünya çapında bir silahsızlanmanın konuşulması gerektiğinden bahsetmiyor.
O yüzden bir savaş çıktığında herkes yerini fazla düşünmeden hemen alıyor.
Kim haklı kim haksız, herkes kendi konumuna göre hızla belirliyor.
İyinin mağduriyeti ile kötünün galibiyetine dair çevrelerindekilerin de onayını kolayca alabilecek ortak hassasiyetler ve itirazlar hızla inşa ediliyor.
Bu sırada tanklar yola koyulmuş, füzeler havalanmış, bombalar patlamış, silahlar ateşlenmiş… herkes yaşanacak cehenneme dünden hazır.
Dünya ölüleri, savaş zenginleri paraları aynı anda saymaya başlıyor.
Savaşların haklılığına veya haksızlığına dair hamasi destanlar ustalıkla yazılıyor. Duygu sömürüsünden öteye geçmeyen söylemler havalarda uçuşuyor.
Bu arada savaş ekonomisinin sonuçları zarardan çok kâr hanesine kaydediliyor.
Siz de…
Ekranların karşısına geçip savaşı izlemeye başlıyorsunuz.
Aklınız sivilin insan olduğuna ama askerin insandan sayılmamasına hemen yatıyor.
Mantığınız savaşın taraflarına aynı devletlerin silahlar satmasını kabulleniyor.
Kalbiniz bir yandan yemek yerken bir yandan ekrandan savaşı seyretmeyi kaldırıyor.
Gece karanlığında füzelerin düştüğü yerden havalanan toz bulutları ve fışkıran alevler, etraftan bilmediğiniz dillerde atılan çığlıklar…
Eğer füze sizin için kötü olanın ülkesine düşmüşse seviniyorsunuz.
İyi olanın ülkesine düşmüşse içinizde asla dinmeyecek bir öfke, savaşı izliyorsunuz avucunuzda bir tutam çekirdekle.
Ta ki o füze sizin şehrinizi hedefleyene, tanklar sizin ülkenize girene, ateş sizin bacanızı sarana kadar. İşte o zaman imkânınız varsa seferler iptal edilmeden ilk uçağa atlayıp ülkeyi terk ediyorsunuz. Savaş uzarsa illegal yollardan kaçmayı deniyorsunuz. Vatanınızı değil önce yaşlılarınızı ve çocuklarınızı ve paranızı ve canınızı kurtarmak istiyorsunuz. Eğer bir bombardımanda ölmezseniz, cephede can vermezseniz, kaçarken yollarda her şeyinizi yitirmez de o savaştan bir şekilde sağ çıkarsanız…
Savaşın bittiği gün savaşın bittiğine seviniyorsunuz.
Ve savaş başladığında neden öfkelenmek yerine üzülmediğinizi hiç düşünemiyor;
Savaş bittiğinde elinizde kalanın aslında sevinç değil üzüntü olduğu gerçeğini zihninize kaydetmiyorsunuz.
Ancak savaşa dair dokunaklı bir film seyrettiğinizde ya da bir roman okuduğunuzda savaşın kazananı olmadığını görüyorsunuz. Yaşadığınız hayatın gerçekle bağını hiçbir zaman kurmuyorsunuz.
O yüzden her savaştan sonra yine başa dönüyor dünya.
Oysa…
Savaşlar ilk çıktığında tüm insanları öfkelendirmek yerine üzse, ama çok üzse…
Yeryüzünde hiç kimse bir daha bu kadar kolay savaşamaz bir diğeriyle.
Mine Söğüt kimdir?
Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.
Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.
Yayımlanmış yapıtları
- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000) - Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003) - Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003) - Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004) - Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006) - Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007) - Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009) - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010) - Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011) - Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011) - Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019) - Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020) - Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)
|