31 Aralık 2019

2010’lardan 2020’lere - 2

Türkiye’nin asıl derdi siyasetinin rayından çıkmış olması, sandık desteği sürüyor gözüktüğü için gözlerden kaçan iktidarın meşruiyet krizinin derinliğidir. Bu kriz ekonomik koşulların bozulmasıyla daha da derinleşecektir

2010’lu yıllar dünyada çözülme, arayış ve gelecek dönemin mücadelelerinin ana hatlarının şekillendiği bir dönem olarak yaşandı. Bu döneme damgasını vuran tüm gelişmeleri son tahlilde 2008 Dünya Ekonomik Buhranı’nın izdüşümleri/sonuçları/etkileri olarak görmek yanlış olmaz. Demokratik Batılı ülkelerin liberal modeli sürdürmede yaşadıkları sorunların boyutları Britanya’da yapılan referandumda Brexit kararının çıkması, ABD’de ise Donald Trump’ın seçilmesiyle sergilendi. Mutlak piyasacı bir küreselleşme anlayışının toplumsal ve siyasal bedelleriyle, okumuş toplum kesimleriyle az eğitimliler arasındaki çıkar ve kültür farklarının yarattığı gerilimler gelişmiş ülkeleri derin bir siyasi krize soktu. Göçmenler veya mülteciler bu karışımın siyasi patlamasında en güçlü simge ve düşmanlık odağı haline geldiler ya da siyasi akımlar tarafından getirildiler.

Kimlik politikalarının demokratik sistemlere verdiği hasar belirginleşirken, kaynakların nasıl dağıtılacağı meselesi hem sınıfsal hem de nesiller arası bir sorun olarak yerleşik yapıları zorlamaya başladı. Vatandaşın derdine çare bulamadığı düşünülen demokratik rejimlere duyulan inanç ya da bağlılık zayıflarken, otoriter rejimler prestij kazanmaya başladılar. Daha da kötüsü demokrasilerin üzerindeki tehdit dışarıdan değil bizatihi demokratik sistemin kuralları çerçevesinde iktidar olup, yürütme erkini otoriterleşme yönünde kullanan siyasilerden geldi.

Dünyadaki neredeyse tüm örneklerde çevreyi/az eğitimliyi/küreselleşmeye ayak uyduramayanı/kırsalda yaşayanı ve doğrusu toplumun daha kalabalık kesimlerini temsil edenler işi çoğunlukçuluğa bağladılar. Türkiye’nin öncülük edenler arasında bulunduğu bu siyasi yönelimin hikâyesini başkalarının yanısıra Ece Temelkuran dünyada hayli ilgi gören "Bir ülke nasıl kaybedilir: Demokrasiden uzaklaşmanın yedi adımı (How to lose a country: Seven steps from democracy)" başlıklı İngilizce kitabında bir güzel anlattı.

Trump’ın ABD’si de dahil olmak üzere tüm örneklerde yürütme yasamaya karşı taarruza geçip, medya ve yargıyı baskı altına alıp, gözü öfkeden dönmüş militan bir kitleyi harekete geçirerek tahakkümünü artırdı veya artırma gayreti içine girdi. ABD örneğinde sermaye kesimlerinin ezici çoğunluğu düşük vergi, imtiyazların korunması, dünyayı 2008 krizine götüren iktisat felsefesinin/politikalarının sürmesi ve doğrusu alt sınıfların haklarını tırpanlayabilme arzusuyla Trump’a desteğini verdi.

2019 yılı önümüzdeki on yılda bu gelişmelere karşı verilecek mücadelenin şekli hakkında epeyce bir fikir verdi. Kentli toplumlar Hindistan’dan Hong Kong’a, Beyrut’tan Budapeşte’ye, Santiago’dan Cezayir’e kendilerini yönetenlere itirazlarını kâh gösterilerle kâh seçimlerle sergilediler. Bu mücadele daha devam edecek ve sonucun ne olacağını kestirmek için vakit erken. Bilinen şu: Önümüzdeki dönemin demokratik bir düzene mi yoksa otoriterliğe mi daha çok prim vereceği sermayenin ve özellikle de gücü katlanarak artan tekelci teknoloji şirketlerinin tutumuna bağlı olacak. Devletler ya da kamuoyu bu şirketleri denetleyemedikleri, tekellerini kıramadığı taktirde insanı özgürleştireceği hayaliyle egemenlik kuran bu şirketler müthiş bir baskı sisteminin mimarları olabilirler/olurlar.

Demokrasi ile otoriterlik arasındaki mücadeledeki ikinci önemli unsur yeniden yapılanmakta olan dünya düzeni. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 40 yıl gibi bir sürede dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 1,5’inden yaklaşık yüzde 16’sına, Komünist Parti kontrolündeki devlet kapitalizmi uygulamalarıyla gelmesi ve sorunlarını çözebildiği izlenimi vermesi bu ülkenin bir model olarak cazibesini artırıyor. Çin’in 'kemer-yol' projesi etki alanını genişletmesi açısından ona büyük bir avantaj sağlıyor. Ekonomik gücün genelde Asya’ya özelde Çin’e kayması ise önümüzdeki on yılın asıl jeopolitik rekabetini tanımlayacak.

ABD ile Çin arasında her alandaki rekabet, birbirinden kopuk teknoloji evrenleri yaratma hedefi de güderek şiddetlenerek sürecek. ABD ile Çin arasındaki rekabette Avrupa’nın kendisine bir rol bulup bulamayacağı, bir denge unsuru olmayı becerip beceremeyeceği, dijital ekonomiye geçişi başarıp başaramayacağı 2020’li yılların sonunda hem dünya güç dengesi hem de demokrasilerin kaderi açısından tayin edici olabilecek. Rusya’nın bugünkü jeopolitik yükselişinin ne ölçüde kalıcı olabileceği kestirilemezken, Ortadoğu hayli çalkantılı bir bölge olarak kalacak.

Türkiye’de hayat, böylesi bir 'yaratılış' dönemine giren, bilinenlerin yeniden tanımlandığı bir dünyadan kopuk yaşanmayacak. Ama bu dünyada iyi bir yer bulmak Türkiye açısından bugünkü haliyle çok zor olacak. 2010 yılının aksine 2020’de dış politikada dostsuz, Rusya’ya bağımlılığı attığı her adımda artan, yumuşak gücünden esinti kalmamış, silah gücünü her konuda pey olarak ileri süren bir Türkiye var. Dahası yöneticileri içerideki siyasi sıkışmışlıklarını dış politikada saldırganlaşmakla aşmaya çalışıyorlar. Önemli dış politika adımları toplumda bir mutabakat arayarak, akıllı bir tartışma açarak atılmıyor. Akdeniz’deki çıkarların korunması için yapılanlar diplomatik destekten çok silah gücünü öne çıkararak geçerli kılınmaya çalışılıyor. Libya’ya asker gönderilmesi ise hesap doğru yapılmamışsa ülkeye çok pahalıya patlayacak bir kumar olmasına rağmen bunun da enine boyuna tartışılmasının önüne geçiliyor.

Aslında 2010’lu yılların hemen öncesinden başlayarak dış politika iç politikada siyasi güç biriktirmek için kullanılmıştı. O bakımdan on yıl sonra temel yaklaşımda ya da mantıkta bir değişiklik yok. Ancak bugünkü koşullarda dış politikada alınan riskler, son on yıldaki hatalardan özellikle Suriye faciasından hiçbir ders çıkarılmadığını gösterdiği ölçüde daha kaygı verici. Ülkenin gücünün ve tek başına yapabileceklerinin doğru hesaplanmaması Libya veya Doğu Akdeniz’de dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma sonucunu verebilir veya Moskova icazetini ülkenin dış politikası üzerinde kalıcı bir ipotek haline dönüştürebilir. AB’nin ve diğer müttefiklerin yanlış ve haksız tutumları bir veri olsa da bu duruma nasıl ve neden düşüldüğünü sorgulamadan siyaseti sürdürmek Türkiye’ye zarar verecektir.

Son tahlilde Türkiye’nin asıl derdi siyasetinin rayından çıkmış olması, sandık desteği sürüyor gözüktüğü için gözlerden kaçan iktidarın meşruiyet krizinin derinliğidir. Bu kriz ekonomik koşulların bozulmasıyla daha da derinleşecektir. 2010’da her şeye rağmen bir iddiası, vizyonu, hedefleri olan iktidarın bugün yerini korumak, rant düzenini sürdürmek, değişimi engellemek dışında bir varlık sebebi kalmamış gibidir.

Ülkenin öncelikle sistemsel hale gelmiş bu krizi aşması gerekmektedir. Bu yolda ilk eşik adil olmayan koşullarda yapılan yerel seçimlerin sonuçlarıyla, özellikle de İstanbul’daki ikinci seçimle geçilmiştir. İkinci eşik ülke siyasetine son 17 yıldır, İstanbul ve Ankara’ya ise 25 yıldır damgasını vurmuş siyasi akımın kendi içinde bölünmesiyle geçilmektedir. 2019 öncesinden farklı olarak toplumun bugünkü yöneticilerin alternatifi olma kapasitesi taşıyan yeni nesil liderler artık ortaya çıkmıştır. O anlamda arayış bitmiş sayılabilir. Ne var ki Kanal İstanbul dayatmasının da gösterdiği gibi yargının kendini inkar ettiği, yasamanın etkisiz kaldığı bir ortamda yürütme inatlaşmayı sürdürme imkanına sahiptir. Bu da ister istemez kendi direnişini getirecektir.

2020’ye girerken 2019’un gelişmeleri her şeye rağmen bir umut ışığı yakmıştır. Yolu sıkıntılı da olsa bir çıkış gözükmüştür.

İyi yıllar dilekleriyle.

17 Nisan 2019: 31 Mart yerel seçiminin ardından Ekrem İmamoğlu görevi devraldıktan sonra İBB önü (Fotoğraf: Sendika.Org)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Betül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi

"Bilmiyorum 12 Haziran 2013 gününden sonra başbakan kendi aldığı notları hiç okudu mu. Cumhurbaşkanı olarak Gezi konusunda sanki o toplantıda olan başkasıymış gibi konuşmalarına hep şaşırdım. Eminim ki bizzat o notlar, olayların nasıl başladığının, nasıl geliştiğinin ve hiçbir şekilde ne bir Osman ne bir Mine veya Çiğdem, ne bir Tayfun veya Can tarafından örgütlenmediğinin bir belgesi olabilir. Bizzat o notlar, masada bulunan başta başbakan bütün bakanlar kurulunun Gezi yüzünden mahkûm olanların suçsuzluğunu çok iyi bildiklerinin bir belgesi olabilir. Bilmiyorum o notlar resmi bir deftere mi yoksa özel bir deftere mi yazıldı ama Gezi konusunda hüküm veren herkesin okumasında fayda olduğuna eminim"

İlter Türkmen ve ben: Bir mekteplinin eğitimi

Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak İlter beyden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım...

Sami Kohen’in ardından

Hiç birlikte çalışmamış olsak da Sami Bey yaptığı işe olan inancı, tutkusu, ciddiyeti ve işini yaparkenki disiplini, meslek ahlakıyla en derin ilham kaynaklarımdan birisi olmuştu...

"
"