30 Haziran 2024

"Yarın hep bir yalan olarak kalacak"

Oriana Fallaci, "Her var olma olasılığı gerçek bir varlığa dönüşecek olsaydı, yersizlikten tümümüz ölürdük" der doğmamış çocukla son söyleşilerinde. "Yeri doldurulamayacak kimse yok yeryüzünde, Homeros, İcaros, Leonardo da Vinci, İsa ve daha birçokları doğmamış olsalardı da dünya dönmesini sürdürürdü"

Yazının başlığı olan cümleyi Oriana Fallaci'den aldım. Onu genç kuşaklar pek bilmeyebilir. 1970'li, 80'li yılların cesur ve özgürlükçü gazetecilerindendi. Bugünkü yandaş gazetecilerin, onların karşısında yapay bir özgüvenle oturan liderlerin ve her şeyden habersiz okurların, izleyicilerin anlayacağı türden bir gazeteci değildi. Röportaj yaptığı kişilerle, özellikle siyasetçilerle çata çat tartışır, her şeyi çekinmeden sorar, halkın, okurların bilgi edinme hakkının kutsallığını savunurdu. Birçok çatışma bölgesinde bulunmuş, yaralanmış, hatta öldü diye morga kaldırılmış ve bir görevlinin fark etmesiyle kurtarılmıştı. Vietnam'dan Güney Amerika'ya, Orta Doğu'dan Avrupa'ya değin nerede haber varsa orada olmuştu. Röportaj yaptığı liderler karşısındaki duruşu, kamuoyunu arkasına almış olmanın özgüvenini yansıtırdı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger'ı "Hadi savaş hakkında konuşalım" diye başlayan sorularıyla terletmiş, zor durumda bırakmıştı. Kissenger sonradan bu röportajı "Hayatımda bir basın mensubu ile yaptığım en kötü görüşme" diyerek anacaktı.

Fallaci'nin en ilginç röportajı ise kimselerin ulaşamadığı, randevu alamadığı İmam Humeyni ile olandı. Tam altı saat süren röportaj sırasında Humeyni'yi de sıkıştırmış ve onun ağzından şu cümleyi almayı başarmıştı: "İslami kıyafetleri sevmiyorsanız giymek zorunda değilsiniz." Muhtemelen öfkelenerek ağzından bir anda kaçırdığı cümleden çok pişman olmuş olmalı Humeyni. Çünkü Fallaci "Madem öyle dediniz, bu Orta Çağ'dan kalma, saçma bez parçasından hemen kurtulacağım" diyerek bir anda başındaki örtüyü sıyırıp atmış, sadece oradakileri değil bütün dünyayı şaşırtmıştı.

Elbette zaman zaman gazetecilik sınırlarını aşan tavırları da vardı ama o zaten sadece gazeteci olarak tanımlamıyordu kendini, bir aktivist, bir feministti. Ünlü yönetmen Federico Fellini ile röportaj yaparken ona "sizden hiç hoşlanmıyorum" demişti ama Fellini bu, hiç altta kalır mı o da "pis yalancı, küçük, arsız kaltak" diyerek karşılık vermişti.

Oriana Fallaci Türkiye'de gazeteciliğinin yanı sıra yayınlandığında olağanüstü ilgi gören, hepimizi bir şekilde etkileyen kitabıyla da tanınmıştı. "Doğmamış Çocuğa Mektup" adını taşıyordu kitap. Belgesel bir roman diyebileceğimiz eser, otobiyografik mi bilinmez ama onun yaşamından, hayata bakışından ve gazetecilik birikiminden damıtılmıştı. 70'lerin dünyasından seslense de bugünden hiç uzak değil yazdıkları. Bu açıdan yeniden okunması ve üzerine düşünülmesi gereken kitaplardan.

Kitap, hamile kalan bir kadının karnındaki bebekle söyleşilerinden oluşuyor. "Yaşam öylesine güç bir çaba ki çocuk" diye başlıyor bebeğine seslenmeye "her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen… Seni içimden söküp atmanın daha iyi olmayacağını nereden bileceğim? Yeniden sessizliğe dönmek istemediğini nasıl anlayacağım?"

Bu sorular, iç çatışmalara, duygusal gelgitlere dönüşür, kadın-erkek ikilemi içinde savrulur hamile kadın: "Erkek doğarsan, karanlık bir sokakta ırzına geçilmesinden çekinmen gerekmeyecek. İlk bakışta kendini kabul ettirmek için güzel bir yüze, zekânı saklamak için biçimli bir gövdeye gereksinme duymayacaksın. Sevdiğin biriyle yattığın için kimse ayıplamayacak seni; ağaçtan elmayı kopardığın gün cennette günaha girdiğini söylemeyecekler sana." Fallaci, bu dediklerine takılıp kalmaz aslında, "kişi olmak" önemlidir der: "Yüreğin, beynin cinsiyeti yok. Davranışların da yok. Hiç unutma bunu. Ve sen, yüreği ve beyni olan bir kişi olarak yetişirsen, şu ya da bu biçimde -erkek ya da dişi olarak- davranman konusunda ısrar edecekler arasında ben olmayacağım. Ben yalnızca doğmuş olmak mucizesinden sonuna dek yararlanmanı, hiçbir zaman korkaklığa boyun eğmemeni isteyeceğim senden."

Fallaci, erkeklerin dünyasına sert eleştiriler yöneltiyor kitabında. Hamile kadın sevgilisine telefon açıp durumunu söylediğinde "Ne kadar?" diye sorar adam. "Dokuz ay kadar" yanıtını verir kadın. Erkek "Onu sormuyorum, çocuğu aldırmak ne kadar para?" diye sorar tekrar. Bu görüşmenin ardından aşk kavramını sorgulamaya başlar kadın: "Aşktan söz ederken, aşkı her derde deva bir çare olarak sunarken gövdeye de ruha da ihanet ediyorlar, her ikisini de yaralıyor, öldürüyorlar."

1970'lerin savaşlarla, çatışmalarla, özgürlük mücadeleleriyle geçen yıllarının içinden tanığı, gözlemcisi olan Fallaci, doğmamış çocuğuna, öğüt demeyelim ama düşüncelerini de fısıldıyor: "Özgürlük konusunda bir sürü laf işiteceksin. Dünyada en çok kullanılan 'aşk' sözcüğü kadar sömürülmüş bir sözcüktür zgürlük'. Özgürlük adına lime lime kesilmeye, işkence çekmeye, hatta ölmeye razı insanlar tanıyacaksın. Umarım onlardan biri olursun."

Hamilelik, doğum, bebek… Bu kavramlar elbette aile olgusunu tartışmayı da getirecektir. "Aile kavramına inanmıyorum ben" diyor Fallaci, "aile, kişileri daha iyi denetlemek, onların kurallara, efsanelere bağlılıklarını daha iyi sömürmek için, bu dünyayı kim örgütlemişse onun tarafından uydurulmuş bir yalan. Yalnız olduğumuzda daha kolay başkaldırırız, başkalarıyla birlikteysek daha kolay uzlaşırız düzenle."

Dünyanın dört bir yanında savaşlarda ölenleri, ömürlerini çağdaş kölelikle geçirenleri, özgürlük için savaşırken ölüme koşanları, oradan oraya sürülen insanları, hayatını hayat gibi yaşayamayanları tanıdıkça, onları yazdıkça hayatı da sorgulamaya başlayan Fallaci, kitabında, kahramanının karnındaki çocuğa umuda pek tutunmadan anlatır dünyada olan biteni: "Senin için bir yarın olacak mı? Pek sanmıyorum. Yüz yıllar, bin yıllar geçti dünya kurulalı ama insanlar hâlâ belirsiz bir yarına inanarak çocuk yapıyorlar, çocuklarının kendilerinden daha iyi bir yaşam süreceğini umarak."

Oriana Fallaci, "Her var olma olasılığı gerçek bir varlığa dönüşecek olsaydı, yersizlikten tümümüz ölürdük" der doğmamış çocukla son söyleşilerinde. "Yeri doldurulamayacak kimse yok yeryüzünde, Homeros, İcaros, Leonardo da Vinci, İsa ve daha birçokları doğmamış olsalardı da dünya dönmesini sürdürürdü."

1970'lerin çalkantılı dünyasından süzülmüş gözlemlerin, tanıklıkların ustaca kurgulanmasından oluşan Doğmamış Çocuğa Mektup, günümüzde de henüz doğmamış çocukların anne babaları için dikkate değer bir kitap. Ne yazık ki dünyada hiçbir şey değişmiyor. Kadın olmak yine zor, özgürlük peşinde koşanlar yine işkencelerle, ölümlerle durdurulmaya çalışılıyor. Daha da kötüye gitmiyor muyuz aslında iklim değişiklikleriyle? Aşk da yine pırıltısını yitirmiş, eskitilmiş bir sözcük gibi aramızda dolaşmıyor mu? 

Oriana Fallaci'nin doğum günü bugün; yaşasaydı 95 yaşında olacaktı. Dünya ise kim bilir daha kaç doğmuş, doğmamış çocuk eskitecek…

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

"Yollarımız ayrılsa bile" 50 yaşında

Filmi yağmurlu bir yaz akşamı izlerken bunu pek anlayamamış olabiliriz ama sonraları defalarca izlediğimde Güney'in saptamasına bazen tersinden de olsa hak verdim: Aslında insanlar kolayca değişmez! Devrimci Semra haklıydı mesela, Cemil değişemezdi. Melike, "Kimsin sen?" diye sorduğunda, "Arkadaş" yanıtını vermişti Âzem, "Kimin arkadaşı?" diye devam etmişti Melike

Türkiye'nin en güzel haziranlarından biri

O gün sokakları, caddeleri, meydanları dolduran ve hakları için sloganlar atarak yürüyen işçileri görenler, izleyenler ülke tarihinin çok özel bir gününe tanıklık ettiklerini fark etmişler miydi bilinmez ama Türkiye işçi sınıfı, tarihinde ilk kez böyle görkemli bir direnişle kendi gücünün farkına varıyordu. Bu güç ne zamana kadar ve nasıl kullanılabilecekti?

Hatıralar: Belleğimizin tozlu rafları

Ufuklarda söken şafak ne zaman ki görülür, yani yaşanan biter ve hatıraya dönüşür, işte o zaman belleğin tozlu raflarına yerleştirilir kelimeler.