23 Haziran 2024

Oya Baydar ve Türkiye coğrafyasında "ormanı yanmış ayılar" olmak

Oya Baydar, André Green'in "hayat malzemesinin edebi malzemenin hizmetine sunulmasının" yaşayan bir örneği olarak "aşkın bir işlev" ilkesiyle yazmıştır. Rilke, "Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize" sorusunu genç şaire değil de henüz "ormanı yanmış ayılar" grubuna dâhil olmamış Oya Baydar'a sormuş olsaydı ondan alacağı karşılık tartışmasız, "Evet, yazamasam ölürüm ya da eskisi gibi yaşayamam" olurdu. Bu durumda sorun, yakılan orman ve ortalık yerde kalan ayılar/mı/dır?

Oya Baydar

Türkiye'de 60'lı yıllardan bu yana adından söz ettiren ve bu ortamda köşe komşum Oya Baydar'ın, "Bir yazamama yazısı" (14 Haziran 2024) başlıklı yazısını okudum. Sait Faik'in, "Her gün bir roman beş altı hikâye yazıyorum kâğıtsız kalemsiz. Kâğıt kalemi elime aldığım zaman işte görüyorsunuz ki bir hikâyecik çıkıveriyor." sözlerini anımsayınca yazıyı okuyup öylece geçemedim. Yazarının öyküleriyle bazı romanlarına bağladığım bu yazı, bir "Türkiye" yazısıdır bu nedenle yazının, okuyan hemen her kişinin özellikle de akademik ve siyasal otoriteye karşı durmuş Oya Baydar'ın yarım yüzyılı aşan politik ve edebî serüvenine tanık olanların dikkatini çektiğini/çekmesi gerektiğini düşünüyorum. Hemen ilk cümlesi bir sitem barındıran yazının içeriği de bir sorumluluk yükledi kalemime. Nedense yazı hakkında "yazmasam olmaz" dedim kendi kendime, bunda yazarın edebiyatçılığıyla yakınlık payım da var kuşkusuz. Ben yazınca ne değişir bilemiyorum lakin yazmasaydım bir eksik/lik kalacaktı.

Lise öğrencisiyken romanı yayımlanmış ve şimdilerde bu dünyadaki zamanının dördüncü çeyrek yüzyılını yaşayan yazarın biyografi bilgilerini burada aktarmamın gereği yok. Bu böyleyken yazımın ilk cümlesindeki "köşe komşum" sözüme açıklık getirmeliyim. Ben, K24'te yayımlanan birkaç yazımdan sonra 27 Haziran 2021 tarihindeki yazımla -öncesinde benimle yapılan bir görüşme vardı- T24 Haftalık'ta yazmaya başladım. Oysa benim "köşe komşum" dediğim Oya Baydar, on yılı aşan bir süreden beri T24 yazarıdır. Oya Baydar ile edebiyat yakınlığım, onun 2007'de yayımlanan Kayıp Söz romanıyla başladı diyebilirim. Hakkında bir de yazı yazdığım (Kurmaca ve Gerçeklik, 2014 içinde) romanın yazarının Güneydoğu/Kürt konulu tartışmalarda ekranlara çağrılmasını da önermiştim ya yazdığımı okuyan da söylediğimi duyan da olmadı. Bu ülkenin, seri darbe trafiğinin ilkinden berisinin yakın tanığı Oya Baydar ile 2023 yılının sonlarında İstanbul'daki bir edebiyat etkinliğinde yüz yüze görüşebildim ve kendimi gerçekten mutlu saydım. Bu yazımda, o kısa görüşmenin de etkisi vardır. Burada yayımlanan "8. Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali" başlıklı yazımda belirttiğim üzere Oya Baydar'ın andığım etkinlikteki yeni "roman" vaadi benim için önemliydi. Açık söylemeliyim, görüşmemizin üzerinden bir yıl geçmemişken bu, "Bir yazamama yazısı" beni tedirgin etmiştir.

Oya Baydar ve Hasan Öztürk 8. Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali'nde

"Bir süredir yazamıyorum. 'Neden yazmıyorsun' diye soran yok ama ben yine de hesap vermek istedim." Yazının bu ilk cümlesi, bir belirlemeyi ve bir de sitemi barındırıyor, ben "sitem" ile başlayayım. Türkiye, her birimizin çabasıyla "vefa" sözcüğünü sözlüklerinin "V" maddesine hapsediyor gibi belki dünya da böyledir, bilemiyorum. Bu durumun, okuryazar çevrelerinde giderek yaygınlaşması konuşulmaya değer bir sorundur. Yazıyı/edebiyatı, yalnızca kendi yazdığıyla var olmuş bilenler topluluğu türedi sanki. Oysa edebiyat ortamının dostları, birbirinden haberli olmak istiyor. Oya Baydar, "neden yazmıyorsun diye soran yok" derken köşe yazılarını mı yoksa kurmaca metinlerini mi kastetti açıkça ad vermedi ya ben, bu tavır köşe yazıları içindir diye düşündüm çünkü sözü verilmiş romanı bekliyorum. 14 Haziran tarihli yazıdan bir önceki yazı, 24 Mayıs günü yayımlanmış. Önceki yazıların zaman aralığı ise daha kısa. Görüldüğü kadarıyla aradan uzun bir zaman geçmemiş. Şarkının, "varlığının tiryakisi, yokluğunun delisiyim" sözlerinden esinle yazınca ne ölçüde okunduğumuzun benzeri, yazmayınca aranıyor muyuz diye merak edesi geliyor insanın. İsimler çoğaltılabilir ya hiç olmazsa bu ortamda yazan, benden büyük iki isimden söz edeyim. Sami Selçuk'un son yazısı 20 Şubat 2023'te, Oğuz Demiralp'inki de 5 Nisan 2024'te yayımlanmış. (Editörün notu: Bu yazıdan hemen önce Sami Selçuk'un yeni bir yazısı yayımlandı.)Merak ettim, acaba kendilerine "nerelerdesin" diye soranları oluyor mu? Son iki yazısının arası yirmi gün de olsa Yazarlarevi Cinayeti iki yıllık bir roman da olsa Oya Baydar konumu gereği siteminde haklıdır. Umarım, sözü gitmesi gereken yerlere ulaşmıştır.

Yazı yaşamlarında türlü nedenlere yazıya ara verenlerin adlarıyla ara veriş gerekçelerinin listeye gelmeyecek çoklukta olduğunu ilgilileri bilir. Oya Baydar'ın yazısındaki "yazamama" gerekçeleri tartışıldığında biz, "ne için yazıyoruz" sorusuna karşılık da arıyoruz demektir. Dikkat ettim, üç gerekçesi var kıdemli yazarın: yaşlılık kaynaklı sağlık sorunları, "içinde debelenmeye mahkûm edildiğimiz pislik çukuru siyasal ortam karşısında" duyulan öfke ve bu ülkede yazının, "anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu" olarak itibarsızlığı. Durum böyle "karanlık" olmasaydı "aydınlık" için yazmak da olmazdı ya…

Oya Baydar ile 2023'ün sonlarında karşılaştığımda oldukça neşeli, heyecanlı ve enerji dolu gördüm kendisini, konuşması da öyle güzeldi. Onca badireler atlatmış, yakın bir zamanda eşini kaybetmiş ve seksen küsur yılını geride bırakmış bu kadının yazmaktan başka işi yokmuş gibi geldi bana. Öyle ki etkinliğin sorumlusu Ömer Asan'a, "ne iyi ettiniz de Oya Baydar'ı çağırdınız" demekten kendimi alamadım. Konuşmasında "roman" sözü verince de iyice umutlandım. Henüz bir yıl geçmemişken "Bir yazamama yazısı" ile karşılaşınca sağlık sorunlarının ötesinde bir umutsuzluk sezdim ki bunu "virütik rahatsızlıklar" ile "zona atağı" tehlikesinden daha ciddi bulduğumu söylemeliyim.

Sayısız gerekçesi vardır yazmanın ki saymaya gelmez onlar. Kişisel bir dürtüyle yazanlar yanında çevremizin etkisiyle de yazarız. Para kazanmak, ünlenmek, unutulmamak, seçkin sayılmak, dünyaya düzen vermek, arınmak, içimizin zenginliğini başkalarıyla paylaşmak, acılara ve yalnızlığa tahammül etmek benzeri beklentilerle kaleme getiririz düşüncemizi, düşlerimizi. Zamandaşları Taşlıcalı Yahyâ ile Hayalî Bey'in kendisinden Leyla vü Mecnun yazmasını talep ettiklerinde, "Tamîr-i harâba talibem ben/ İnşaallah galibem ben" diyen Fuzulî gibi "görev gereği" de yazabiliriz. Her nasıl olursa olsun yazan kişi, Sartre'ın yazma gerekçesi olarak sorduğu, "dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun" sorusunun bir biçimde muhatabıdır. Öncesinde "yazan" kişi iken kendisi "yazar" bilenlerin yazma gerekçelerini André Green'in, "Her yazar, aşkın bir işlevin taşıyıcısı olduğu ve bunun yazısından kaynaklandığı fikrine sahiptir." (Yazı ve Ölüm, 2017; çev. Nesrin Demiryontan)" cümlesiyle özetlemiş olayım. Her yazarın, kendince "aşkın bir işlev" yorumu olduğunu göz ardı etmiyorum elbette. Yarım yüzyılı aşan yazı serüvenine bakıldığında Oya Baydar da yine Green'in "hayat malzemesinin edebi malzemenin hizmetine sunulmasının" yaşayan bir örneği olarak "aşkın bir işlev" ilkesiyle yazmıştır. Rilke, "Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize." (Genç Bir Şaire Mektuplar, 2020; çev. Kamuran Şipal) sorusunu genç şaire değil de henüz "ormanı yanmış ayılar" grubuna dâhil olmamış Oya Baydar'a sormuş olsaydı ondan alacağı karşılık tartışmasız, "Evet, yazamasam ölürüm ya da eskisi gibi yaşayamam" olurdu. Bu durumda sorun, yakılan orman ve ortalık yerde kalan ayılar/mı/dır?

"Bir yazamama yazısı" şu paragrafıyla özetlenebilir: "Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu. Bir arkadaşımın isabetli, bir o kadar da kederli deyişiyle, 'ormanı yanmış ayılarız' bizler. Böyle hissetmemde yaşın da etkisi var, biliyorum. Mücadele gücünüz azalıyor, bezginliğe kapılıyorsunuz, en önemlisi önünüzde uzanan yarınlar, yani zaman yok." Burada "yaş" dışındaki nedenleri, birbirinden ayırmak gibi Oya Baydar dışındakilerden bağımsız düşünmek de mümkün görünmüyor. Bu durumu, Giorgio Manganelli'nin "Yazar Diye Biri yoktur" yazısının bir paragrafıyla somutlaştırayım: "Yaşlı yazar, yalnızca ve her durumda başarısız olmuş bir yazardır. Uçucu, kırılgan, ele gelmez, aynı zamanda gizemli, anlamsız bir etkinliğe bir ömür adamıştır; yaşlandığında hiçbir şeyin, hiçbir durumda, ona bir yazar olduğu, yalnızca birkaç ay için de olsa bir yazar olmuş olduğu güvencesini veremeyeceğini öğrenmiştir; ödüller, eleştiriler hiçbir kanıt olamaz onun için, başarılı satışlar yönünü şaşırtır, çok kez saygınlığını zedeler. Çünkü bütün yazarlar, ister başarılı olsunlar, ister başarısız, aynı zamanda başarısızlığa uğradıklarından hiçbir yazar ya da yazarlar kuruluşu hiç kimseye böyle bir unvanı sağlayamaz." (Düzyazının İnce Sesi, 2002; çev. Şadan Karadeniz).

Dünya başka bir yöne evriliyor, burada konu edindiğimiz yazının ve dolayısıyla da yazarının itibarı yok artık. Teknolojinin açtığı yolda büyük adımlarla yürüyen ekonomi, zamanın kural koyucu gücüdür bu nedenle itiraz istemiyor. Hukuk, ekonomi, edebiyat, bilim, siyaset, ilahiyat vb. konulardaki işler, politik aktörlerin anlık seçimleriyle yürütülüyor, yazının deneyimine ayıracak zaman yok. Anlamsızlık boşluğuna düştüğümüz kesin, ülke olarak dünyanın ne kadar aşağısında ya da yukarısındayız, bu tartışılabilir. Oya Baydar'ın bu anlamsızlık feryadını anlıyorum. Bir yazımda durumu anlatmıştım: "Dünyanın, kültürel seviyesindeki irtifa kaybını, Rabelais'nin bir genç kızın işlemeli saten giysileriyle temizlenen Gargantua'sının, 'boktan incik boncukları, sırmaları, kıçımı bereledi' şikâyetiyle işleme ustası kuyumcunun bağırsak hastalığına yakalanması dileğindeki gariplikle somutlaştırabiliriz. Kitap Yakmanın Tarihi yazarı Lucien X. Polastron'ın deyişiyle 'Dünya çapında örgütlenen bir önemsizlik modası var; herkes her sabah derinliksiz, inceliksiz bilgisiz görünmeye çalışarak kendi küçük katkısını yapmaktan memnun' olduğuna göre yakınılan nitelik kaybı ve piyasa kuşatması, kitap ile sınırlı olmadığı gibi bugünlerin sorunu da değildir karşımızdaki."

Oya Baydar, "yazmaya mecalim ve hevesim olsaydı" diyerek kara bulutlarla örtülü bir Türkiye tablosu çiziyor ve öncelikle onu yazmak isterdim diyor. Fikret'in "Sis" şiirini anımsatan tablo; son elli yılın darbeleriyle, siyasi çelişkileriyle, mafya hesaplaşmalarıyla boyalı sevimsiz bir tablo. Her birimiz bir yerinden bakıyoruz belirsizlik bu fotoğrafına. Ne var ki bu olumsuzluk, yalnızca politik/toplumsal alanla sınırlı da değil. Bu yazıyı yazarken Armağan Öztürk'ün bilim/akademi dünyasına ayna tutan "Yozlaşan akademik yayın etiği" (Gazete Duvar, 15.06.2024) yazısını okudum ki Oya Baydar'ın Türkiye tablosundan aydınlık değilmiş orası da. Böyle zamanlarda edebiyat devletlû/devletçi çemberine alınınca söyleyecek sözü de olan değil, söylenecek sözü söyleyenler bir adım öndeler. Çağdaş Rus yazar Mihail Şişkin, "Mürekkep Lekesi" (Mürekkep Lekesi, 2021; çev. Erdem Erinç) öyküsünde "Bu mide bulandırıcı hayatta biri büyük biri küçük iki alçaklıktan birini seçmek gerek; küçüğü susmak, büyüğü tribünlere oynamak." sözüyle betimler bu tür ortamları. Vergilus'un Ölümü yazarı Hermann Broch, "Çıldırmadığımız için mi deliyiz?" diye soruyor ya ben de Oya Baydar'ı bir anlığına romanda şiirinin çaresizliğini görmüş şair Vergilius olarak düşündüm. Cioran haklı: "Hangi zengin ya da tuhaf fikir, bir uykucunun ürünü olmuştur? Uykunuz iyi mi? Rüyalarınız külfetsiz mi? Anonim güruhu kalabalıklaştırırsınız." (Çürümenin Kitabı, 2021; çev. Haldun Bayrı). Evet, Oya Baydar! Siz, yazmanın huzursuzluğuyla tedavi olurken biz de okumanın mutluluğuna kavuşalım. Türkiye'nin, Türkçe diye bir derdi yok, tasalanmayınız.

Önemli bir konuya -ayrıntıya girmeden- değinmek istiyorum. Oya Baydar'ın yazı umutsuzluğunda "aşkın bir işlev" kaygılı bir sarsıntı yaşadığını söylemek gerekir. İkinci kez akademinin kapısından kovuluşun ardından 80'li yıllarını Avrupa'da sürgün yaşayan Oya Baydar, Berlin Duvarı'nın yıkılışıyla sosyalist düşüncedeki çatırdayışa da tanık olmuştur. 90'lı yılların başında Türkiye'ye dönen yazarın karşılaştığı Türkiye başka bir Türkiye'dir ve dünya da eski dünya değildir artık. Elveda Alyoşa (1991) öyküleriyle sonraki Kedi Mektupları (1992) ve Hiçbiryer'e Dönüş (1998) romanları, "ormanı yanmış ayılar" tanımlamasıyla "Bir yazamama yazısı" için dikkate değer göstergelerdir, okuyanları bilir.

Oya Baydar daima yazsın biz de okuyalım istiyorum. Ne var ki "tıp" bilgim çok zayıf, üstüne üstlük kan görünce ve iğne vurulunca düşüp bayılıyorum. Dede Korkut hikâyelerinde oğlunun bir vadide yaralı olduğunu gören anne, komşu kadınları yanına alarak dağlardan topladığı çiçeklerle ilaç yapıp oğlunun yaralarını sağaltmıştı. Ben de böyle bir yöntemle savuşturmak isterdim "zona" illetini, ne diyeyim. Sait Faik, bir gün arkadaşı Eyuboğlu'na edebiyatla uğraşmaktan bıktığını ve artık yazmayacağını söylediğinde, "seni bir lise öğrencisi bile okuyorsa yazmalısın" türünden bir cevap almış. Siz yazacaksınız, bizler de okuyacağız Oya Baydar! Yazımı Sait Faik ile bitireyim: "Dünyayı ne iyilik, ne kötülük, ne zevk, ne zevksizlik, ne edebiyat, ne rezalet, ne aşk, ne behimlik [hayvanca duygu / HÖ] hiçbir şey kurtarmıyor. Her gün biraz daha acıya ve kedere gidiyoruz. Aptalınki de bir tecrübedir. 'Dünyayı güzellik kurtaracaktır.' İşte dünya yüzünde edebiyatın rolü: Güzele giden şey."

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. 

Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı.

2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021) ile İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) adlı kitapları yayımlandı.

Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen “Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği” (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Abdullah Cevdet'in bir mektubu ve Cumhuriyet rejiminin köy/cülük projesi

"Türk gençleri yirmi dakikalık mesafedeki velinimet köyleri ve köylüleri ziyaret etmek için arabaya ve tahsisata ihtiyaç gösterecek kadar 'effeminé', idealsiz ve mealsiz iseler, Türk Yurdu'nun vazifesi bitmiş midir?"

"İnsanın Hikâyesi" diye yazılan, her nasılsa "iktidarın hikâyesi" olarak okunuyor

İnsanın Hikâyesi, özeti olmayan hikâyemizdir. Yalnızca insan değil, insanlık da anlatacak hikâyesi olduğunda var ise bir yerinden eklenelim hikâyeye

Sait Faik: İnsan sevgisi, doğa tutkusu, edebiyat aşkı vesaire…

Dostoyevski'nin, "Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık." deyişine benzerlikle bizdeki pek çok öykücü, Sait Faik esiniyle ve kılavuzluğuyla öykü yoluna çıkmıştır da onun hakkında bir söz yerleşmemiştir belleklerimize. Örneğin, "Hepimiz Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ından ders aldık" veya "Hepimiz Sait Faik ile Alemdağ'da dolaştık" ya da ne bileyim, "Hepimiz Sait Faik'in Mahalle Kahvesi'nde çay içerek büyüdük" türündeki sözleri yetmiş yılda belleklere yerleştirebilirdik