22 Haziran 2024

Petersburg mu Moskova mı; şaka mı yapıyorsunuz siz?

Uzun bir aradan sonra gittiğim Petersburg'da hem geçmişten hem de bugünden birçok çelişkili düşünce ve duygu aklımı kurcaladı

Sovyetler Birliği'ne yıllar önce ilk olarak Moskova'dan giriş yapmıştım.

O yıllarda bu kadar süreceğini bilmediğim maceranın kısa zamanda bittiği duygusuna kapıldım birdenbire: 7-8 gün sonra bir kara trenle beni hakkında neredeyse hiçbir şey duymadığım Moldavya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne (Moldova) yolladılar.

Yabancılara Rusça öğretme ve Sovyet gençlerinin üniversite öncesi eğitimlerinin ana hatlarıyla tanıştırma amacını taşıyan hazırlık fakültesini başkent Kişinyov'da okuyacaktım.

1,5 ay kadar geciktiğim bu hazırlık sürecini yaz başında tamamladım.

Ardından "üretken yaz tatili geçirme" tavsiyesine uyarak Moldavya'da bir sovhozda (Sovyet devlet çiftliği) meyve toplayan gençlere katıldım. 

Yaz biterken Sovyet gençlerle birlikte alacağım 5 yıllık "üniversite eğitimi" için bavul toplama aşamasına gelmiştim.

Bana bildirilen karar, Leningrad Devlet Üniversitesi'nde okuyacağım yolundaydı. Oysa ben Moskova'ya gitmek istiyordum.

SSCB büyük ölçüde Moskova demekti. Kızıl Meydan ve Kremlin oradaydı. "25 kilometreden pırıl pırıl" olan da Moskova'ydı. Onu böyle tanımlayan sevgili Nâzım da orada yatıyordu.

"Olmaz, TC Büyükelçiliği de Moskova'da. Sorun çıkabilir."

Hatırladığım kadarıyla bir başvuruma aldığım resmî olmayan cevapta bu satırlar vardı. Çünkü TKP üyesi olarak oraya gönderilmiştim ve mümkün olduğunca "ortalarda görünmemem" gerekiyordu.

Ben "Ne Leningrad'ı? Ben Moskova'da okumak istiyorum" diye sızlandıkça çevremdekiler beni yatıştırıyordu. Bunlardan biri, uzun süre sonra anlayıp hak vereceğim kısa bir cümleyle yetinmişti:

"Leningrad'da yaşamanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu bilmiyorsun."

* * *

O yazın sonunda Leningrad'a gittim.

Beş yıl sonra elimde şimdiye kadar hiç kullanmadığım bir "kızıl" diploma ve "Rusça öğretmenliği sertifikası" ile Leningrad'dan ayrıldım.

Hayatımın en önemli bölümlerinden biri, bu iki cümle arasında geçti.

Bu son cümlenin anlamını sorarsanız elbette size her şeyi anlatmam. Çünkü gençliğin en parlak dönemi çoğu kez üniversite yıllarına denk gelir, o yıllar da eğitimin yanı sıra hatta eğitimden daha fazla özel hayatın keşifleri ve inişli çıkışlı denemeleriyle doludur.

(Yazının tam burasında, size anlatmayacağım bir sürü şeyden bazılarını keyifle hatırladığım bir çay molası verdim. Bozulmaca yok, ben size sırlarınızı soruyor muyum?)

Başlangıçta hâlâ çok siyasi bir genç olduğumdan dolayı Sovyetler Birliği'nin insanlara sunduğu nimetlere odaklanıyor, sosyalizmi seçmekle ve SSCB'ye gelmekle ne kadar iyi yaptığımı düşünüyordum.

Karşılaştığım olumsuzluklar ise "kaideleri bozmayan istisnalar" aşamasındaydı henüz…

Bu arada Leningrad'a duyduğum hayranlığın önemli bir ögesi, onun "faşizme karşı direnişi" olmuştu.

İkinci Dünya Savaşı'nın en kritik aşamalarından birinde, 1941'de Hitler Almanya'sı tüm gücüyle Leningrad'a saldırıyor, Sovyetler'in ikinci kentini düşürerek sadece askerî değil, aynı zamanda siyasi ve moral açıdan da devasa bir zafer kazanmaya çalışıyordu.

Çember içine alınmış olan şehrin direnişle geçen kuşatma dönemi, neredeyse 900 gün sürmüştü. Yüz binlerce (bazılarına göre 1 milyonu aşkın) insan ölmüştü. Sadece kurşun ve bombalarla değil, büyük bölümü kara kış koşullarında açlık içinde donarak.

Leningrad düşseydi, Baltık Limanı ve çevresi düşerdi. Belki Stalingrad zaferi de olmazdı. Savaş başka türlü bitebilir, Avrupa faşizme teslim olabilirdi.

Zaferi kazanan Leningrad'a "kahraman kent" ünvanı vermişlerdi. Kahramanlık elbette saygıyı hak eder. Ama hayatta saygı kadar, hatta galiba ondan daha önemli bir duygu var: Sevgi, aşk…

* * *

Aşk deyince tabii ki iş bambaşka…

"Leningradlıyım" derken onu avuçlarının içinde tutmuyorsun, cebine koymuyorsun; onun deniz, nehir ve kanallarından oluşan mavi çerçevesinin, tarihi meydan ve caddelerinin, müze, saray ve tiyatrolarının içinde kendine küçük bir yer açıp güvenle oraya yerleşiyorsun.

Bunu yaparken görüyorsun ki, birçok milletten milyonlarca "Leningradlı-Petersburglu", hâl ve gidişiyle, sakinliği ve kültürüyle çoğu kez Moskovalısından da farklıdır, öteki şehirlisinden de. Burası bugün de paraya ve öteki zamane zaaflarına teslim olmamıştır. Rusya'da buraya "kültür başkenti" derler.

"Kuzey başkenti", "beyaz geceler kenti", "kuzeyin Venedik'i", "Avrupa'ya açılan pencere" ve daha başka lakapları da var.

Ama asıl önemli olan bu değil. Güzelliği. Sadece güzelliği de değil, huyu. Yani kentin her adımda hissettiğiniz kendine özgü karakteri, aurası…

Oraya gitmeyene, benzeri hisleri yaşamayana bunu anlatması zor.

Kentin buram buram Dostoyevski, Çernişevski, Lenin kokan köşelerini kucaklamadan, tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı volta atmadan, nehir ile Moskova Tren Garı arasında keyifle yorulmadan olmaz.

Ağzımız denize duyulan aşka alışmış gerçi ama burada Baltık Denizi'nden ziyade Neva Nehri'ne tutulursunuz.

Yüzü aşkın kanalla kenti kuşatan zarafete, Yaz Bahçesi'ne, dünyada benzeri olmayan Hermitaj Müzesi'ne, 1917 Bolşevik Devrimi'nin mekânı Saray Meydanı'na, Pavlovsk ve Puşkin gibi yeryüzü cenneti kasabalarına vurulursunuz.

Sonra o aşk, zihninizdeki başka aşklara sarılır. Anlatırken ayaklarınız yerden kesilir.

Çok şey söyleyebilecekken lafı "yuvarlak cümleler" ile toparlayan ama aslında sıkıcı olmadığı hissedilen kişilere özgü bir merak kaynağına dönüşürsünüz (bu cümle fazla iyimser oldu sanırım ama neyse artık).

* * *

Önceki hafta Rusya'nın en önemli uluslararası etkinliği sayılabilecek olan Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) dolayısıyla Petersburg'daydım (her şeyi Batı'daki muadili ile arşınlayarak anlayanlar için "Rusya'nın Davos'u" demeyi ihmal etmeyeyim isterseniz).

Malum, Ukrayna'daki savaş nedeniyle artık bu forumda lider Putin'in yanında dünyanın en güçlü devletlerinin ve şirketlerinin yöneticileri oturmuyordu. Bol miktarda Afrika ve Asya temsilcisi dikkat çekiyordu. SPIEF günlerinde nükleer bomba ve dünya savaşı ihtimaliyle ilgili çok şey söylendi.

Forum'da izlenecek çok şey vardı ama…

Ama oturumları geç saatte biten o günler sırasında akşamlar, hatta geceler ("beyaz geceler") çok daha ilginçti.

Eski dostlarımı ve sınıf arkadaşlarımı gördüm. Başta Nevski Caddesi ve Neva sahili olmak üzere sevdiğim birçok yerde binlerce adım attım. Bir kısmını burada paylaştığım onlarca fotoğraf çektim.

Ünlü Rus şairi Puşkin'in 250. doğum günü dolayısıyla düzenlenen etkinliklerden birine, gecenin 01.30 gibi ıssız bir saati sırasında son derece estetik bir şahlanışı andıran köprülerin açılması sırasında binlerce (emin değilim ama belki de on binlerce) insanla birlikte tanıklık ettim; önümüzdeki nehirden yüzlerce, belki de binlerce tekne geçti.

"Şu Ruslar ilginç insanlar" cümlesi defalarca aklımı kurcaladı. Kültürde, sanatta, eğitimde, sporda, bilimin bazı alanlarında "ilginç" kelimesini hafif bırakacak kadar başarılı olabiliyorlar.

Siyasetle ve iktidarla aralarındaki bağ, dışardan bakanların kolay anlayabileceği gibi değil. Çarlara, genel sekreterlere, başkanlara, siyasi liderlere dayanan "otoriteler karşısında teslim olmaya yatkınlık", "devlete güven", "Batı'ya karşı hem hayranlığa hem de düşmanlığa yelken açabilecek aşırı ilgi"

Evet evet, "şu Ruslar ilginç insanlar gerçekten"

Bir eski arkadaşım beni sıkıştırıyor:

"Geçen gün 40 yıl sonra Moskova'yı tekrar keşfetmenin sevinci ve hüznü diye bir yazı yazmışsın. Okuyunca şaşırdım. Oraya daha sık gittiğin için Petersburg/Leningrad aşkını unutmuş olabilir misin acaba?"

Bazı sorulara ve eleştirilere cevap vermektense sessizce gülümsemenin daha uygun olduğunu öğretti hayat bana.

Ama sessizlik uzadığında onun rahatsız olması ihtimali büyüyebilir diye eski bir anıyı kurcalayıp gülüşüyoruz:

"Petersburg mu Moskova mı? Şaka mı yapıyorsunuz siz?"

Evet, bu ilk soruyu ve devamındaki kibirli eki, hem Petersburg hem de Moskova yanlısı insanların nasıl kendilerinden emin telaffuz ettiklerine çok rastladım.

Dahası bazen ben de kimi çok bilmişlere aynı soruları kibirli bir edayla sormayı çok istedim:

"Petersburg mu Moskova mı? Şaka mı yapıyorsunuz siz?"

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya savaşı çıkar mı, bu kadar işimizin arasında bir de ölür müyüz?

Rusya nükleer silaha başvurur mu? Bu ihtimal hâlâ küçük ama savaşın birinci ve ikinci yılına göre artık daha güçlü

Sen çaresizliğin resmini yapabilir misin Abidin?

Kıpkırmızı, iri ve lezzetli kirazların ağladığı hiç görülmüş mü? Olmaz tabii. Hem ağlaması gereken onlar değil ki...

Ukrayna Barış Zirvesi ne getirdi, ne getiremedi?

Kiev'in çabaları "Küresel Güney" denilen ülkelerin bir kısmını etkilese de, pek çoğu ve bu arada BRICS üyeleri mesafeli durmayı tercih etti