Hayat, çok sevdiğin ve sevindirmek istediğin birini neşeyle şaşırtabildiğin anda yüzünde gördüklerinden ibaret.
O yüzden bir daldan koparılıp, utangaçlıkla uzatılan bir çiçeğin hikayesinin üzerinden öylece geçip gitmek kolay olmamalı.
Kapıya gönderilen bir çiçeğin.
Vazoya zarifçe yerleştirilen bir demetin.
Bir çiçeğin hikayesinin üzerinden öyle kolayca geçip gidilememeli…
* * *
Zahide Güçlü, TUSAŞ’ın nizamiyesine, eşinin gönderdiği çiçeği alabilmek için indiğinde kısa hayatının oracıkta, hiç uğruna biteceğini elbette bilmiyordu.
O gün evden çıkarken hayatlarını kaybedeceklerini bilmeyen diğerleri gibi.
Yaş ilerledikçe doğum günleri, özel günler aynı zamanda kaygı demektir biraz da…
Günler, aylar, yıllar daha hızlı geçiyordur artık, bir zamanlar asla gelmeyeceğini düşündüğün yaşların içindesindir, hayatın geride bıraktığının kısmının nasıl ve neden öyle geçtiğini karanlık bir iç çekişle düşünmeye başlarsın.
Ancak kanser hastası çocuğunun ve diğer çocukların annesi olmuş, birkaç çocuğun yüzünde çiçekler açtırmışsan dertlerin de başkadır elbette.
Boşa geçirilmemiş bir yaşam, değer üretmekten ibarettir ve değer dediğin bazen sadece bir çiçektir…
Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TUSAŞ) saldırısında şehit olan makine mühendisi Zahide Güçlü Ekici
* * *
Zahide Güçlü’nün 14 yıllık eşi Yalçın Ekici, cenazede dışa vurmamaya çalışarak ancak başaramadan hayat arkadaşının göğsüne iğnelenmiş fotoğrafının üzerine göz yaşlarını akıtıyordu fotoğrafta içli içli.
Acının fotoğrafını çekebilir misin?
Bu ülkede zor değil…
* * *
Onlarca, yüzlerce, binlercesine tanıklık ettik böyle anların, binlerce kez “unutmayacağız” diye haykırıp… Binlerce kez günlük rutinin arasında aklımızdan öfkeyle geçirip…
Hayat böyledir, edepsizce geçmeye devam eder günler, edepsizce unutturur sana olanları, edepsizce aklına getirir ardından yeniden unutturmadan hemen önce.
* * *
2016’da da böyle olmuştu. Yine birilerinin büyük hesapları sürüp giderken ve o büyük hesapları yapanlar ölenleri, yaralananları, hayatlarını bir daha eskisi gibi sürdüremeyecek insanları zerre önemsemez ama kutlu ve büyük sözleri hoyratça havaya savururken, Ankara’nın dört yanında bombalar patlamaya başlamıştı.
Kokteyl terör, PKK, IŞİD, istihbarat örgütleri, canlı bomba, bombalı araç, zaman ayarlı patlayıcı…
Ankara’nın boşalan sokaklarının hüznüne bakıp, başkentin bomba değil bozkır soğuğunda, bir dolmuş durağında üşürken el ele tutuşmak, Kızılay’dan Cebeci’ye, Tunalı’nın bir başından diğer başına yürümek, Kuğulu’nun anlaşılamayan, küçücük kalmış büyük güzelliğine bakıp kalmak anlamına geldiği anlatmaya çalışmıştım bir yazıda…
Hatay’dan Avukat Hatice Can aramıştı.
Öğrenciliğini başkentte yaşamış, sokaklarını içine çekmiş, 40 yıllık insan hakları avukatı…
Eski fotoğrafları göstererek, “Ankara budur” demişti, Ankara oydu, o fotoğraflar ve o hafızaydı…
Hatice Can, sadece 7 yıl sonra, depremde, nasıl yapıldığı belirsiz, hesabı asla bütünüyle verilemeyecek bir binanın altında kalarak kaybetti yaşamını.
2016’da bombaların patladığı Ankara’da, onlarca insan evlerine gitmek isterken…
Acının fotoğrafını çekmek maalesef kolay bu ülkede…
6 Şubat depremleri, Hatay
* * *
Büyük hesaplar yapılıyor yine…
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan için “umut hakkı” çağrısında bulunmasından Cumhurbaşkanı’nın haberinin olmadığını anlatıyor “bazı kaynaklar.”
Bazıları ise tam aksini, tam bir yıldır yapılan bir plan doğrultusunda hareket edildiğini...
İçişleri Bakanı, TUSAŞ’a saldıranların PKK’lı olduğunu açıklıyor, örgütün üst yönetimi, “Eğer bizdense…” dediği açıklamasında, bir yandan süreci destekleyeceğini anlatıyor diğer yandan, ne kadar doğru bilinmez, eylemle ilgili pek de bir şey bilmediğini şaşırtıcı bir üslupla aktarıyor.
Kulislerde, “umut hakkı” konusunda iktidar bloğunun bir taslak çalışması yaptığı, Öcalan’la birlikte kaç hükümlünün daha bu haktan yararlanabileceğini hesapladığı, içlerinde IŞİD ve Gülen cemaati hükümlülerinin de bulunduğu kalabalığın da bu kapsama gireceğini gördükleri, çalışmanın olgunlaştırıldığı, üzerinde uzun konuşmalar yapılacağı konuşuluyor.
Diğer yandan DEM Parti’nin, daha geçen ay, bütün bunlar konuşulmadan, ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerinin umut hakkından yararlandırılması, 25 yıl cezaevinde yatanlar için koşullu salıverme hükümlerinin uygulanması ve serbest bırakılmaları yönünde teklif verdiği anlaşılıyor.
* * *
Nedir umut hakkı?
Ömrünü cezaevinde tamamlaması öngörülen kişilerin durumlarının 25 yıl cezaevinde kalmalarından sonra yeniden değerlendirilmesi ve koşullar uygunsa serbest bırakılmaları.
Ankara’da AİHM’nin uygulanmasını istediği bu hakkın ciddi biçimde masaya yatırıldığı anlaşılıyor.
Ama bazı isimler için “öylece bırakmak olmaz” diyenler de var. Onların “ev hapsi”, “yarı açık cezaevi” önerileri de masada…
Abdullah Öcalan
* * *
Bununla sınırlı değil…
Bahçeli’nin neden yaptığı anlaşılamayan, perde arkası ile ilgili “ideolojik kamplara” göre tahminlere konu olan açıklamasının ardındakileri net görmek şu anda mümkün değil.
İç siyaset, dış politika, güvenlik stratejisi kavramları havada uçuşuyor.
Ancak yol haritasıyla ilgili bilgi kırıntılarına erişmek mümkün…
Öcalan ve Kandil’in çağrıya en azından söylem düzeyinde olumlu yanıt vermelerinin ardından Ankara’da neler yapılabileceği konuşuluyor.
Bir yandan anayasa masası kurulduğunda yapılacaklar, diğer yandan sürecin “garantiler verilerek” yürütülmesi zorunluluğu…
Dünyada örneği olmayan bir müzakere modeli…
Masada umut hakkı ile hasta mahpusların bırakılması, kayyımlara son verileceği garantisi verilmesi, ana dilde eğitim, Suriye’deki statü de var.
Rafa kaldırılan Dolmabahçe mutabakatında yer alan hakikat komisyonu gibi komisyonların kurulmasına ise sıcak bakılmadığı konuşuluyor.
Ve sıradaki adımın Ankara’dan, iktidar bloğundan beklendiği…
* * *
Ama insanlar ölüyor.
Geçen hafta sonu yapılan bir etkinlikte, usta romancı Sezgin Kaymaz, Ankara’yı anlatırken, “ne kadar çok kişinin ismi verildi sokaklara, köprülere, bulvarlara, caddelere” diye yakındı.
Gelip geçerken okuduğumuz levhalar…
Hikayesini, hangi yemekleri sevdiklerini, kime âşık olduklarını, hangi takımı tuttuklarını, neye güldüklerini, neye ağladıklarını, kalplerinin kırık ya da neşeli taraflarını bilmediğimiz binlerce insanın ismi var başkentin sokaklarında…
“Unutmayacağız!”
Unutmayan birileri de vardır elbet, öyle hamasi ölüm-yaşam sloganları ile değil, içten gelen, dertli bir sızıyla…
İnsan, en sevdikleri ölene kadar ismiyle hayatta kalabiliyor sonuçta…
Ankara’da acının fotoğrafını çekmek zor değil…
Bu da bizim bütün bu büyük oyunları oynayanların pek de üzerinde durmadığı hayatlarla ilgili büyük çaresizliğimiz olsun.
Ama acının fotoğrafına bakalım sıklıkla…
Unutmamak gerçekten de bir sadakat borcu olsun…
Bir çiçek nasıl olup da böyle acı verebilir insanlara?
Düşünelim bu soruyu da, değil mi?
Sivas’ta kaybedilen bir başta acının nedeni Metin Altıok bitirsin:
“Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım…
Sana bir sevinçlik, menevişli kuş yolladım…”
Gökçer Tahincioğlu kimdir?
Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.
Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.
Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.
İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.
|