30 Haziran 2024

İsmail Güzelsoy | Zaman; hayallerin, fikirlerin, insanların ve mekanların hatıralardan silindiği, içine gömüldüğü bir mezarlıktır

"Somut varoluş ile onun zihinsel izdüşümü arasındaki makas açıldıkça mutsuzluğumuz katmerlenir. Yoksunlukla ve yoksullukla zincirlenmiş olmaktan daha büyük bir lanet var mı?"

Türk edebiyatında Büyülü Gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden İsmail Güzelsoy'un yeni romanı Rölanti Çıkmazı Everest Yayınları'ndan çıktı. Güzelsoy, romanında, üç farklı zamanın ama aynı İstanbul'un hikâyesini anlatıyor. Kabadayıların hüküm sürdüğü İstanbul'dan, gen aktarımının tartışıldığı İstanbul'a, gizemli bir yolculuğa çıkarıyor bizi ve diyor ki "Önemsiz rastlantıların sonuçları her zaman önemsiz olmayabilir. Kendi hayatına bir baksana, o gün orada olmasan, o telefonu açmasan, o kişiyle tanışmasan hayatın başka bir mecrada akar giderdi."

Hiç İsmail Güzelsoy romanı okudunuz mu? Anlattıklarını duydunuz mu? Ya satıraltlarında sezdirdiklerini? Nasıl dediğinizi hissediyorum. O zaman sizi İsmail Güzelsoy'un dünyasına davet ediyorum. Fenni Sihirler üçlemesi Değmez, Gölge ve Hatırla kitaplarından başlayarak Rölantİ Çıkmazını ve diğer kitaplarını okumanızı öneririm. Gerçekle fantastik dünya arasında bana köprü olan, psikolojik derinliklerinden etkilendiğim, bazen mitolojik kahramanlarla kendi yolculuğumu sorguladığım, iç sesini duyduğum İsmail Güzelsoy romanları her zaman başucu kitaplarım olmuştur. Roman, Mahzuni Şerif'in sözüyle açılıyor "Bazı acılardan al ilacını" ve tüm gücüyle sarsarak, sorgulatarak devam ediyor.

Sahi ötekinin de ötekileştiği bu dünyada ilacınızı aldınız mı?

"Konuşarak derdini anlatamayacağını anlayınca yazmaya başlıyorsun"

- İsmail yeni romanın muhteşem. Büyülü gerçekçiliğin en iyi örneklerinden biri diyebilirim. Nasıl yazmaya başladın? Kısaca yazarlık yolculuğunu anlatır mısın?

Teşekkür ederim, onur duydum. Yazarlık yolculuğu kısaca anlatılamayacak şeylerin ilk sıralarında yer alsa gerek ama benzer nedenlerle hiçbir şey söylemeden de rahatlıkla tarif edilebilecek bir süreç. Konuşarak derdini anlatamayacağını anlayınca yazmaya başlıyorsun; bu kadar basit. Buradaki asıl vurgu "derdini anlatmak"ta… Bir derdin olduğu zaman onu ifade edebileceğin yordamlar, kanallar açılıyor illa ki.

Yazı hafızanın en güçlü kayıt ortamlarından biri değil mi? Biz okulda yazı yazmayı öğrendiğimizde tam olarak elimizdeki bu araçla ne yapabileceğimizi bilmeyiz aslında. Çok güçlü bir alet var ama ne işe yaradığını bilemeden yanında gezdiriyorsun. Diyelim ki sana bir kerpeten verilmiş ama bununla ne işe yaradığının bilgisinden mahrumsun. Günün birinde, yanlış çakılmış bir çiviye rastlayınca kerpeteni yalnızca fındık kırmak için değil, o çiviyi yerinden sökmek için kullanabileceğini anlarsın ya; işte yazıyla kurduğum ilişki böyleydi. Bir külfet olmaktan çıkıp hafızanın muhafazası haline gelişini yaşadım. Tabii bir derdin olmalı, onda ısrarlıyım.

"Sanatsal üretim bir gaile edinmekle başlıyor"

- Ya bir derdin yoksa?

Edinmelisin. Bana kalırsa sanatsal üretim bir gaile edinmekle başlıyor. Fazla mı soyut oldu?

- Yok, gayet anlaşılır, sağ ol. Peki, İstanbul'a ne zaman geldin? Geldiğinde ilk neler hissettin? Annenin komşularla yaşadığı etkili bir anısı var. Bizimle paylaşır mısın?

İstanbul'a geliş hikâyemiz üç aşamadan oluşuyor. 1972'de, taşınmamızın bir yıl öncesinde annem İstanbul'da bir ay kadar kalmıştı. Bir masallar manzumesiyle geri döndü. Tarif edemeyeceğim kadar renkli ve bir o kadar da uyduruk bir İstanbul'du bu. Bir bakıma bizi hazırlamaya, daha doğrusu şevklendirmeye çalışmıştı kadıncağız ama ters tepti tabii. Düşünsene, "Peki fakir kimse yok mu?" ya da "Yamalı giysisi olan çocuk var mı?" gibi sorular soruyorduk anneme. Onun anlattığı İstanbul, bildiğin bir panayır, bir şenlik yeriydi. Rengarenk ışıklar, fıskiyeler, dönme dolaplar vs. Başka bir gezegene, bir cennete gidiyorduk. Sonra üç gün kamyon sırtında şehrin varoşlarından birine, Gaziosmanpaşa'ya indik. Bir akşamüstüydü, ne fıskiyeler vardı, ne ışık şöleni; kasvetli bir işçi semtinde, evine dönen yorgun insanları gördük. Yaşadığımız hezimeti düşün işte. Annemin anlattığı o masal diyarıyla o kül rengi manzaranın ne alakası vardı! Sabah erken kapı çalındı, orta yaşlı bir kadın elinde bir tepsi börekle karşımızda duruyordu. "Dün akşam sizin geldiğinizi gördüm, Allah bağışlasın, bunca çocuğa hanım bu kargaşada nasıl kahvaltı hazırlar, diye düşündüm" dedi ve tepsiyi anneme uzattı, merdivenlere dönerken yine ağır Rum aksanıyla ekledi: "Siz başlayıverin, çay demini almıştır, getiriyorum" dedi, birazdan da ikinci bir tepsiyle geri geldi. Annem çok duygulanmış, için için ağlamıştı. Döşeklerin, denklerin, balyaların üzerinde ilk kahvaltımızı böyle yapmıştık.

"İstanbul'un gri kargaşasının gerisindeki masalı keşfettik"

Birkaç ay sonra bizim üst katımıza Sivaslı bir çift taşındığında annem, "Gece yarısı indiler, kızcağız pek de genç, şimdi nasıl kahvaltı hazırlayacak? Ona bir börek yapayım bari" diye mutfağa dalmıştı. Sonra İstanbul'un gri kargaşasının gerisindeki masalı keşfettik. Biliyor musun, elmas ilk bulunduğunda sokaktaki herhangi bir taşa benzer. O işlenir ve güzelleşir. Bizim İstanbul'umuz da zihnimizde yeniden biçimlendi. Yıllar sonra küçük abim o günlere dair şöyle bir şey söyleyecekti: "Bir yeri güzel yapan da çirkin yapan da orada yaşayan insanlardır."

"Somut varoluş ile onun zihinsel izdüşümü arasındaki makas açıldıkça mutsuzluğumuz katmerlenir"

- "Rölanti Çıkmazı" için aynı şeyi söylemek mümkün mü? Yani oradaki karakterlerin hayatı bir çıkmaz sokakta geçiyor. Sence gerçek hayatta da hepimiz bir tür çıkmaz'da mıyız, yoksa sadece sabah trafiğinde sıkışıp, sosyal medyada vakit geçiren, yılda sadece 10 gün tatil yapan modern köleler miyiz?

Biz çıkmazda değiliz, Rölanti Çıkmazı olumlu bir imge. Yani her ne kadar "çıkmaz" ve "rölanti" hemen her zaman olumsuz çağrışımlarla yüklü olsa da, içinde debelendiğimiz insan çiftliklerinden arındırılmış bir bölge orası. Kaldı ki, bu hayat tarzını kölelikle karşılaştırmak haksızlık olur Ebru. Kölelere… Çünkü köle, köle olduğunu bilir ve hayatını ona göre planlar, düzenler. Beklentileri ona göredir. Kendini özgür zanneden bir kölenin yaşadığı derin hüsran ve kırıklıkla debelenip duruyoruz işte. Somut varoluş ile onun zihinsel izdüşümü arasındaki makas açıldıkça mutsuzluğumuz katmerlenir. Yoksunlukla ve yoksullukla zincirlenmiş olmaktan daha büyük bir lanet var mı?

- Rölanti Çıkmazı'nın mimarisi de çok etkileyici. Nasıl kurguladın?

Bizim alt sokakta tadilat terzisi bir madam var, kaldırımda küçük bir bahçe kurmuş. Beş yıl önce orayı görünce zihnimde bu fikir canlandı. Kaldırıma paralel dizili saksılarla bahçe kurmak, kentin kargaşasının kıyısında, ona bulaşmayan, onun bulaşmadığı bu asude bahçecik Rölanti Çıkmazı'nın rampası oldu. Oradan sonra, zamanda saklı kalmış bir sokak hayal ettim, resimler çizdim, bölümler halinde tasarladım filan. Tabii bunun kendine özgü bir mimarisi de olması şarttı. İşin güzel yanı böyle bir ayrıntı için çalışmam gerekmedi çünkü İstanbul mimarisine, özellikle sivil mimari konusunda bir hayli çalışmışlığım var.

- Duruyor mu o bahçe?

Duruyor ama yıllar içinde kadıncağızın saksılarını çalıp götürdüler. O küçük bahçe mendil kadar kaldı. Madam çok öfkelendi, bir yazı yazdı dükkanın girişine. Özetle "Siz nasl insanlarsınız, neden saksılarımı çalıyorsunuz, çiçeklerimi kırıyorsunuz?" diyor. İnsan düşünüyor haliyle, ulan "Köpek saldırıyor," diyorsun, bu ne yapıyor da kırıyorsun?

Madam'ın evi

"Çağın insanının yalnızlığının nedeni şefkatin, dostluğun, ahbaplığın 'marka değeri'nin olmayışı"

- Perizad ve onun dert ortağı Yaren! Yeni dönem insanı çok yalnız. Ve yalnızlıktan çok şikayetçi. Sürekli çareler arıyor, bulduğu çareyi de beğenmiyor. Bizlerin yaren'i kim?

Yalnızlıktan ziyade, taşlaşmış bir dünyadan firar etmiş bir karakterin hayali sığınağı Yaren. İç sesini duyulabilir kılma çabası, diyelim. Kişisel olarak tiyatroda, sinemada tirat atma sahneleri beni dramatik yapıdan koparan bir şey. Romanda iç ses bu anlamda bir avantaj, o kadar sakil durmaz ama yine de "doğal" değil. Şöyle düşün: "Perizad, yenildiğini, bir daha asla ayağa kalkamayacağını düşündü" yerine bunu doğrudan Perizad'dan duyma şansımız var. Teknik olarak nasıl olur bu? "Perizad "Bir daha asla ayağa kalkamayacağız" diye mırıldandı. Okur bir, iki cümleye hoşgörü gösterir, rahatsız olmaz ama uzun bir pasaj bu şekilde ilerlerse sıkıntı büyük. Mırıl mırıl bir şeyler geveleyen bir karakter, sıkar okuyucuyu, değil mi? Bu anlamda Yaren teknik olarak da iç sesi dinamik bir şekilde okura duyurma imkanı…

Çağın insanının yalnızlığının nedeni şefkatin, dostluğun, ahbaplığın "marka değeri"nin olmayışı. Yani alınır satılır olmayan her şey gibi "romantik" birer "duygu pornografisi" olarak yaftalanıp gereksiz görülmüş, çöpe atılmış değerler. Bunları hayattan çekip aldığın zaman beton soğukluğunda bir dünyayla karşı karşıya kalırsın. Romanın deyimiyle, "Tanrıdan geriye hiçbir şeyin kalmadığı bir gezegen"de öylece bir yâren arar durursun. İnsanlar birbirini dost, arkadaş olarak değil, rakip olarak görüyor artık. Yalnızca mesleki, ilişkisel bağlamda değil, bu gezegende doğan her insan diğerinin rakibi olacak. Ötekinin ötekileştirdiği bir boşluğuz hepimiz. Bu bir yabancılaşma değil, kendiyle tanışamama hâli. Ortada yabancılaşabileceği bir kimlik bile yok artık çağ insanının. Merkezin varoşlaştığı, varoşlarınsa merkezin ucuz bir replikası haline geldiği bir kent türü ortaya çıktı. İnsan yaşadığı sokağa, eve benzer.

"Bir şey olacak ve yaşamaya başlayacağım, duygusu! Kahredici bir bekleyiş"

- "Rölanti"nin derinliklerini anlatırken, karakterlerinin hayatlarında hangi noktayı rölantiye aldıklarını düşünüyorsun? Örneğin romanın baş karakteri Pehrzad.

Hayatın tamamını… Bir şey olacak ve yaşamaya başlayacağım, duygusu! Kahredici bir bekleyiş. Gelmeyeceğinden emin olduğun birini beklemek bu. İnsanların bütün yaratıcı, ışıltılı yanlarını karartan, güdükleştiren ve onları asgari varoluş seviyesine indirgeyen bir atalet, yani asla değişmeyen bir "rölanti" hâli bu. Sosyal ağlara bakarsan hep sıra dışı bir şeyler oluyor. Her yerden "son dakika" rubrikleri yağıyor, herkes ayakta, hep bir şeyler oluyor. Sonra dönüp bakıyorsun her şeyin aynı kaldığını görüyorsun. Her şey değişiyormuş gibi bir illüzyon, neoliberal yağmanın en büyük blöfü! Acayip bir hız varmış gibi ama dikkatle baktığında hiçbir şeyin yerinden kıpırdamadığını anlıyorsun. Yavaş da değil ama. Tuhaf olan da bu… Rölantide!

Ya kendi gerçekliğini anlayamayacağın kadar hızlısın ya da hiçbir şey göremeyeceğin kadar yavaş… İkisi de aynı şey aslında. Uçağa binmekle, aynı yolu kara trenle gitmek arasındaki farkı düşün. Tren penceresinden hayatın, coğrafyanın, kentlerin nasıl yavaş yavaş dönüştüğünü izlersin ve o yol senin algı dünyanı yeniden biçimlendirir. Seni menzile hazırlayan içsel bir yolculuk haline gelir. Ama uçakla yalnızca bulutları seyredersin sonra hop, başka bir diyardasın. Perizad yavaş. Bulutlara değil, ağır ilerleyen bir trenin penceresinden hayata bakıyor. Dönüşümü hazmederek, ondan haz duyarak ilerliyor. Onun marazi görülen bu yanı aslında müthiş bir imkan. Yavaş olmak, hayatı yakalamanın en etkili yolu bence. Yavaş yapmadığın hiçbir şeyi tam olarak anlayamazsın bir bakıma. Hatta daha da iddialı bir şey söyleyeyim, bazen durmak gerek. Yavaşlık bile hızlı olabilir. Hızlı yaptığın şeyleri tüketirsin, yavaş yaptıklarından haz sağarsın.

"Kelimelerle bir müzik duyurabilir misin okura?"

- Daha önceki röpörtajlarında dikkatimi çeken bir ayrıntıyı sormak istiyorum. "Rölanti Çıkmazı"nın, İstanbul'un gizemli yanlarını keşfetmemizi sağladığını belirtmişsin. İstanbul'un hangi yönünü anlatmak daha zordu: mistik havasını mı, kaotik yaşantısını mı? Yoksa yaşayan bizleri mi?

Onca romanla hemhal olduktan sonra ukalaca bir laf etme imtiyazım olsun: Aslında hiçbirini anlatmak zor değildi. Zor olan anlatmak değil, hissettirebilmekti. Yani okura bir keşif alanı açabilmek hüner istiyor. İşin sarraflığı, anlatının bir hatıra gibi işlemesini sağlayabilmekte. Evvelden; bundan yirmi yıl önce yazmanın, hikâyeyi en iyi şekilde anlatmaktan ibaret olduğundan yana kuşkum yoktu ama şimdi okurun hikâyeye katılmasını, yaratılan dünyayı bir çocukluk anısı gibi hatırlayabilmesinin esas olduğunu düşünüyorum artık. Bunun için de anlatmaktan ziyade yaşatmak, hissettirmek gerek. Böylesi bir aşamaya ulaşmanın yolu inandırıcılık. Ben artık neyi anlattığımdan ziyade, anlatacağım şeye okuru ne derece ikna edeceğimin hesabını yapıyorum. Ve bu sınırı ne kadar zorlayabileceğimin… Hah, bu aşama çok önemli işte. Şöyle düşünsene, şurada kadın manava girip fiyatlar pahalı diye kavga ediyor kasiyerle. Bunun için inandırıcılık gailesine gerek var mı? Zaten gündelik gerçekliğimiz bu bizim. Ama anlatacağın şey çok uçuk kaçık, sıradışı, delilik sınırında bir şeyse haliyle aynı oranda da inandırıcı, ikna edici olman gerek. Ve en önemlisi bunu çaktırmadan, doğal seyir içinde yapabilmek çok titiz bir çalışma gerektiriyor. Melodi dinleyen insan onu düşünmez, yalnızca izler ve haz duyar. Bir roman bunu yapabilir mi? Zihinsel bir algılamanın derinlerinde, müzik dinlerken, bir heykeli incelerken yaşadığımız o anlam-ötesi algıyı ve onun yarattığı hazzı hayal et söz gelimi, hikâyen bunu yapabilir mi? Kelimelerle bir müzik duyurabilir misin okura? Ya da kurduğun sahneler müzikal bir dokunuş kadar sarsıcı olabilir mi?

"Belli bir aşamada yazar artık anlattıklarının değil, anlatmadıklarının da hissedilebilmesinin yollarını aramaya başlıyor"

- Müzikle yakından ilgilendiğini ve bestelerin olduğunu biliyorum. Seni yakından tanıyan biri olarak da müziklerini dinlemek büyük bir keyif. Müzik hayatının neresinde? Farklı disiplinleri bu kadar iyi birleştirmeyi nasıl beceriyorsun?

Bence hangi sanatla uğraşırsak uğraşalım, müzikalite, icra ettiğimiz sanatın kalitesini tahmin ettiğimizden çok daha derinden belirleyecektir. Bir mimari eserde armonik uyumdan söz edebiliriz. Bir heykelde senfonik bütünlükten söz edebiliriz. Aynı şekilde roman sanatı da müzikten çok şey ödünç alır. Roman hikâye eder, müzikal bir eser bu hikâye edişi anlaşılmaz ama hissedilebilir şekilde dile getirir. İşte bu, bir yazarın rüyasıdır. Hikâyem tam olarak anlaşılmasa bile hissedilebilsin! Bence belli bir aşamada (sanırım kalfalık çağı bu) yazar artık anlattıklarının değil, anlatmadıklarının da hissedilebilmesinin yollarını aramaya başlıyor. Bunu şahane bir şekilde başarabilen en büyük sanat müziktir. Kimse Brahms'ın keman konçertosunun "ne" anlattığına bakmaz. Herkes kendi yaşantısını oraya eklemler.

Klasik Batı ve Doğu müziğiyle pek hamhal olmayan birine şöyle bir şey sormuştum bir zamanlar: Filmlerdeki dramatik sahnelere eşlik eden klasik eserler hakkında duyguların nasıl? Arkadaşım, o sahnelerdeki müziği hissedebildiğini ama görüntü eşliği olmadan "anlayamadığını" söylemişti. Sorun bu "anlama"da zaten. Müzik anlamın bir üst aşamasını oluşturur. "Bilgisayarında rastgele bir film aç, sessize al ve dinlemek istediğim müziğin sesini açarak o sahneyi izle" demiştim arkadaşıma. Anlam ile duyuşun bir yumak oluşturması… Bir süre sonra anlama çabasından çıkarsın, müziğin saflığıyla yola devam edersin. Tahmin ettiğimden daha fazla işe yaramıştı tavsiyem. Romancının aradığı şey budur aslında. Ya da ben bunu arıyorum, demeliyim, başkası adına ahkam kesmekten imtina ederim. Anlam alanına hitap etmek, elbette ama diğer duyuşların da katılabileceği şekilde hikâye edebilmek… Yoksa o hikâye tarihte bir milyon kere anlatıldı zaten. Onun anlam-ötesi boyutunu ararsın. Evvelce de söylemiştim sana, bir 18. yüzyıl müzikoloğu şöyle bir şey söylemiş: "Bütün sanatlar müziği taklit eder." Tam olarak bu işte.

- Tüm romanlarında postmodern unsurları kullandığını görüyoruz. Fragmentasyon ve ironiyle günlük hayatındaki olayları anlatacak olsan, sıradan bir pazartesi sabahını nasıl betimlersin?

Renkler öylesine parlaktı ki Ebru, sokak kapısını araladığı anda afalladı, duraksadı, gözlerini kısmak zorunda kaldı. Başka bir gezegene, bilmediği bir varoluşa sürüklenmişti. Tanıdığı, alışık olduğu dünya değildi burası. Renkler çığlık atıyor, yakarıyor, avaz avaz bağırıyordu o sabah. Gözlerini kapadı, kapının kasasına tutundu, uzun bir süre soluk almayı ihmal ettiğini fark etti, "Neler oluyor!" dedi ve gözlerini yeniden araladığında aynı saldırgan, hayâsız, arsız, cümbüşlü renk deryasını gördü. Renklerin gönül okşayıcı, huzurlu dokunuşu yitmiş gitmişti. Bir rüzgâr esmiş ve dünyanın kabuğunu soyup onun en çirkin, en saldırgan yüzünü ortaya çıkarmıştı. Güzel bir ten silinmiş, altındaki kanlı dokular, kaslar, tendonlar açığa çıkmıştı şimdi. Fosforlu, çiğ, saldırgan renkler… Ebru bu rüzgarı tanıdı. O pazartesiydi! Renkleri kırbaçlayan, kudurtan, azdıran, yoldan çıkaran o rüzgar, pazartesiydi. Bir adım atacak ve pazartesinin içinde çalkalanan renklere karışacaktı.

- Heyecanlandım :) Peki, Rölanti Çıkmazı'nda karakterlerin kimlik arayışları önemli bir yer tutuyor. Kendini bulma yolculuğunda en ilginç keşfin ne oldu? Kendi karakterini nasıl betimlersin?

Bir insanın kendini tarif edişine asla güvenmem. Buna kendim de dahilim. Sahtekâr olduğumuz için değil, kendimizi tarttığımız terazi sorunludur. Kantarın topuzu iki uca da kolaylıkla savrulabiliyor çünkü. Bu cihetle kendimi sabit, durağan bir karakter skalası üzerinden değil, gündelik hayattaki eylemlerimle ölçüp biçmeyi ve gerekirse okşamayı, dövmeyi tercih ediyorum. Kimlik arayışı dediğin şey aslında bir ayıklanma süreci, safraları atma yolculuğu bir bakıma. Yani yürüdükçe yeni kimlikler edinmek değil aksine var olan kimlikleri rafine etmekle, kendini dogmatize etmekle belirginleşebiliyor insan. Belki de "gerçekleşebiliyor" demek gerek buna.

"Bir yaraya dokunduğunda ya onu iyileştirirsin ya kanatırsın; bunu anladıktan sonra sahici ilişkiler yaşayabiliyor insan"

- Romana geri dönersek, baş karakterimiz Perizad, değişimin ve dönüşümün sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Perizad'ın varoluşsal yolculuğu ve dönüşüm süreçleriyle insan doğasının değişkenliğini nasıl ele aldın?

İnsan doğası diye bir şeye inanmıyorum. Doğası olmayan nadir, belki de yegane canlı türü insandır. Çünkü insan bir doğa-yapıcı, doğa-kurucu bir acemi tanrı. Doğada tanrı ve şeytan yoktur, iyi-kötü yoktur, olması gereken, gerektiği kadar vardır. Hiçbir kaplan susamadan, laf olsun diye su içmez, acıkmadan yemek yiyen bir canlı yoktur. İnsanın haz arayışı onun doğal güdülerinin önüne geçip onu mikro tanrılık vasfı kazanmaya zorlamıştır ama insanda tanrı kadar şeytan da gizildir.

Perizad şiddete maruz kaldığı için iki uç arasında salınıp duruyor başlangıçta. Kısa bir pasaj olmasına rağmen bir yerde, kendisiyle alay eden bir çocuğun kafasını parçaladığını hayal eder. İşte bu çok önemli. Öfke… Kendisini kastre eden o şiddetle birlikte salınır önce. Sonra şefkatle tanışır. Edebiyat ve Musta'yla karşılaşması bu anlamda öbür ucu tanımlar. Perizad iki uç arasında salınır. Biz tanrı-şeytan düalitesi içinde aslında şiddeti ve şefkati tarif etmeye çalışırız. Perizad da tam olarak bu düal yapı içinde gider gelir bir süre. Ta ki babasının ölüm anına kadar. Orada rotasını yeniden çizer. Şefkatin, sağaltıcı dokunuşun hakim olduğu bir dünya tek çözümdür, bunu anlar. Nötr bir temas diye bir şey yoktur çünkü onun dünyasında (ve tabii bizimkinde de); ya yaralarız ya sağaltırız. Başka bir dokunuş mümkün değildir. Çünkü hepimiz yaralıyız. Bir yaraya dokunduğunda ya onu iyileştirirsin ya kanatırsın. Bunu anladıktan sonra sahici ilişkiler yaşayabiliyor insan.

- Rastlantıların insan hayatındaki belirleyici rolünü vurgularken, Nietzsche'nin "amor fati (kaderini sev)" kavramını nasıl ele aldın? Rastlantılar ve kaçınılmazlık arasındaki gerilim, karakterlerin kaderini nasıl şekillendiriyor?

Raslantı bir gerekliliktir zaten. Roman rastlantıyı sterilize eder, makul hale getirir. Denklemi doğru kurabilirsen, dünyanın en tuhaf rastlantı oyununu bile anlamlı hale getirebilirsin. Kurgudaki sorunları çözmek için rastlantıyı bir hokuspokus oyunu olarak kullanmak çok sakıncalı bir yöntem. Eski melodramlardaki rastlantısallık bu anlamda hayli sıkıntılı. Kız ile adam meğer kardeşlermiş, derken annenin başkasından hamile olduğu ortaya çıkar ve pürüz ortadan kalkar. Bu şekilde bir rastlantı oyunuyla kurgusal sorunu çözmek günümüz okurunu büyülediğini söylemek zor. Rastlantı, günlük hayatın gerçekliği içinde görülebildiğinden daha yoğun ve üst perdeden rol alamaz çağdaş kurguda. Yani bir anlatı imkanı olarak başvurabileceğimiz bir değişken değil tesadüfler. Musta'nın bir savcı olarak karşımıza çıkması bu anlamda sınırları zorlamayacak bir rastlantı bence. Geçen süre içinde Musta'nın nasıl olup da Mustafa Bey'e dönüştüğü, onun içinden geçtiği çalkantılı süreci tanımlamak, anlamak okurun işi. Ama okur tesadüf meselesine takılıp kalırsa, yani inandırıcılık sınırı zorlanırsa hikâyeden kopar.

- Çıkmaz sokak metaforu üzerinden, insan hayatındaki kısıtlılıklar ve kaçışsızlık hissi üzerine düşüncelerin nelerdir? Jean-Paul Sartre'ın varoluşçuluk felsefesi bağlamında, çıkmaz sokak ve özgürlük kavramları arasındaki ilişkiyi anlatır mısın?

Özgürlük bir tutsak olmama hali değil, bu durum serbestlik olarak tanımlanabilir. Özgürlüğü dış dünya üzerinden tanımlamak da bir yere kadar anlamlı. Bana kalırsa özgürlük bir insanın akıl yürütme, karar verebilme ve bunları uygulama aşamasında gösterdiği cesaretle filan ölçümlenebilir. Özgür olmak dış etkilerden azade olmak değil, kendi değerlerini bile sorgulayabilme, onlarla yüzleşebilme cesaretidir. Hayatı boyunca hapiste yatan biri rahatlıkla sokaklarda bir despotun cümlelerini tekrarlayarak yaşayan birinden çok daha özgür olabilir.

"Zamanın yıkıcılığına karşı koyan şeyler uygarlığın taşıyıcı sütununu oluşturuyor"

- Romanda üç farklı zaman dilimini aynı mekanda bir araya getirirken, zamanın akışı ve mekanın sabitliği arasındaki ilişkiyi nasıl kurguladın?

Zaman mekanın üzerinden akar geçer ve onu dönüştürür ama her mekan, her nesne aynı etkiyle sarsılmayabilir. Bazı mekanlar, nesneler, fikirler hatta insanlar buna karşı bir direnç geliştirir. Akan bir nehre direnebilme gücünü hayal et söz gelimi. Şöyle düşünsene milyonlarca roman yayımlanıyor ve biz hâlâ "Vadideki Zambak"ı okurken büyük haz duyuyoruz. Neden? Çünkü zamanın yıkıcılığına direnen bir şey var orada. Zamanın yıkıcılığına karşı koyan şeyler uygarlığın taşıyıcı sütununu oluşturuyor zaten. Zaman bir mezarlıktır. Hayallerin, fikirlerin, insanların ve mekanların hatıralardan silindiği, içine gömüldüğü bir kara delik. Bir sonsuz mezarlık orası. Orada yitip gitmeyen şeyleri tanımlıyor Rölanti Çıkmazı. Sözünü ettiğin üç zaman, kent kültürünün en çok hasar aldığı dönemlerdi. Buralardan sağ çıkabilmesi, o sokağın zamana karşı direncini anlatıyor haliyle. Böylesi dirençli yapılarda zamanların izleri daha iyi görülebilir. Yani zamana direnirken onun her dokunuşunu kaydeden bir bilinçdışı alanıdır Rölanti Çıkmazı. Sokakların kimliği, kişiliği böyle oluşmaz mı zaten? Bir semte bakıyorsun, her şey on yıl öncesine ait. Mimari, sokaklar, kokular, sesler öylesine yeni ve yavan ki... Aynı şekilde bazı muhitlerde yüzlerce yılın kokusunu, dokunuşunu hissedersin. Zaman sinmiştir binalara, yollara, banklara ve insanlara. Bize "yuva" sıcaklığı veren şey zamana direnen mekanlardır. Orada huzur bulmamızın sebebi ne olabilir ki başka? Mekanlar içinden geçen zamanı kaydeder, diyorum yani.

- Perizad karakteri, hikâyede büyük değişimlerin tetikleyicisi olarak karşımıza çıkıyor. Perizad'ın varlığı romanın diğer karakterleri üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?

Perizad hem kendi varlığıyla bir odak karakter hem de dönüşümü izleyen ve katalize eden kamera. Onun baktığı yere bakarız genelde ama romanda iki ayrı anlatı katmanı var. Bunlardan biri bir ilahi yazar gözü, ki giderek onun da romanda bir karakter olduğu ortaya çıkacak. İkincisi de Perizad'ın kayıtlardaki sesi. Bu iki bakış, romana iki boyut katıyor. Her hikâye iki ayrı çerçeveden görülebilir. Bu bakımdan Perizad başlangıçta bir POV karakter ve anlatıcı ama giderek romanın geri planını okurla birlikte izleyen bir bakış açısı ediniyor. Hem oyun kurucu hem aktör aslında.

İsmail Güzelsoy, Fethi Karaduman, Ebru D. Dedeoğlu

- Kabadayıların hüküm sürdüğü eski İstanbul ile modern İstanbul'un genetik araştırmalar yapılan dünyası arasındaki zıtlıkları alıyorsun. Bu iki dönemin karşılaştırılmasıyla hangi toplumsal değişimlere dikkat çekmek istedin?

Ne kadar çabalarsak çabalayalım geçmişe bakışımız hiçbir zaman masum olmayacaktır. Bugünün bize kattığı (ya da eksilttiği) bakışlarla geçmişi yeniden biçimlendiriyoruz sürekli. Bu anlamda, geçmiş ve onu ölçen, tartan bellek çok dinamik bir yapı, sürekli dönüşür.

Geçmişin İstanbul'unu, kente geldiğimiz ilk günün sabahı yaşadığımız hoşlukla anlattım ya biraz önce. Ne kadar güzeldi, değil mi? İnsanların daha dostane, diğerkâm olduğu bir dünya gibi görünüyor ama aynı yıllarda belli alışveriş noktaları haricinde bir kadının tek başına yürümesinin imkansız olduğu da bir gerçek. Çok iyi hatırlıyorum, Beyoğlu'nda bir kadın yalnız yürüdüğü zaman insanlar dönüp dönüp arkasından bakardı. Burada öyle bir hoşluk yok işte.

Biz geçmişi ayıklayıp, inançlarımıza, görüşlerimize payanda yapabileceğimiz malzemeleri devşiriyoruz oradan. Ben romanda bu bakımdan geçmişe bakışımı doğru bir çerçeveye yerleştirmeye karar verdim. Ta en baştan itibaren... Hiçbir şekilde kurguya feda etmeden, en çıplak gerçekliği yakalamak önemliydi. Çünkü bugünün yıkıcı, talancı geleneğinin geldiği noktaları doğru tanımlamak zorundaydım. Ne bize bir tepsi börek getiren Madam, İstanbul'un yegane gerçekliğiydi ne de kadınların sokakta yalnız yürüyemediği, androjen kokan kahvehaneler… İkisi de vardı. Bu nedenle, geçmişi bir bütün olarak almak yerine kent kültürü açısından her şeyin alınır-satılır, para edenin varlığını sürdürdüğü, geri kalan bütün değerlerin yok sayıldığı bir çağı anlayabileceğimiz bir çerçeve oluşturmaya çalıştım. Çünkü güzel olan pek çok şey bu alınır-satılır olmayan, yani para etmeyen şeylerdir. Güzellik ticari olmayan alanda yeşerebilir. İnsan ilişkilerinin sahnesi olan bir kentten, dev bir araziye, bir rant sahasına dönüşmüş bir kentin hikâyesi bu. Böyle bir dönüşümde insanların da etik değerlerine bağlı kalmasını bekleyemezsin. Kent, arsalar toplamına dönüştüğü oranda insanlar da hiç ummadıkları yerlere savrulur, bencilleşir, kendilerine gömülür, yalnızlaşır. Kaçınılmaz bir şey bu. Kimlikler benliklerin önüne geçer. Erkeklerin takıldığı mekanlar olan kıraathaneler birer birer marka kahve dükkanları haline geldiği zaman hayat daha adil, daha dostane, daha şefkatli, eşitlikçi olmuyor. Dün erkeklerin hizmetinde olan bu dükkan şimdi parası olan ciks zevklerin güya haz dergahı oldu. Ne mi değişti? Şu değişti: Biz hâlâ onun önünden tedirgin bakışlarımızı kaçırarak geçip gidiyoruz. Bizim gibilerin oturup sohbet edebileceğimiz kıraathaneler olmayacak. Çünkü para etmiyor bu dediğimiz. Neoliberalizm binlerce yıllık insanlık kültürlerinin çöküşünün simgesidir artık. Türk kültürü, Avrupa kültürü, Arap kültürü, Fransız kültürü vs. demiyorum, bütün kültürleri ele geçirip tek bir idrak ve estetik seviyesine indirgeyen sentetik bir gerçeklikten söz ediyorum. Roman bu sürecin birkaç dilimini sergilemeyi dert ediniyor. Dünün androjen kokan mekânı ne kadar sakatsa bugünün marka kahve dükkanları da o kadar gayrı insani. Estetik bir varoluşun imkanları yok ediliyor. Kültürler estetik bir yaşamın içinde yeşereceği sulak zeminlerdir, onlar bu şekilde yağmalanıp asgari varlık seviyesine düşünce biz de karnını doyurmak ve barınmaktan başka derdi olmayan varlıklara dönüştük haliyle. Eh arada bir de laylaylom bir roman okuyup, bizi düşünmek zorunda bırakmayan bir film izledik mi, estetik ihtiyaçlarımızı da gidermiş oluyoruz. Neoliberalizm, insanın asgari işlevlerine indirgendiği bir dünya tasarımından başka bir şey değil.

- Çözüm ne peki?

Bir cümleyle mi cevaplayayım, lafı çok uzatıyorum çünkü gördüğün gibi?

- Peki, bir cümle söyleyecek olsan?

Genç Marx… Dün burun kıvırdığımız, hakir gördüğümüz o ütopik sosyalizm var ya, aslında çözüm oralarda bir yerlerde. En azından oradan başlar. İnsanın işlevi nedir, diye başlayacak bir sorgulama… Bir cümleyi geçtim galiba!

- Biraz bonus kredisi kullanmış oldun. Peki ya romana dönecek olursak, şu gizli geçitler, müzik çalan binalar ve sirkten kaçan kaplan gibi fantastik öğelerle dolu olan Rölantı Çıkmazı, İstanbul'un tarihî ve kültürel dokusuna nasıl uyum sağlıyor?

İki İstanbul tanımladık şu ana kadar, farkındasın. Bu anlamda Rölanti Çıkmazı ve orada olup bitenler bu iki fotoğrafı da yan yana koymaya çalışan bir roman. Biri diğerinden daha sahi değil. İkisi de bugün yaşadığımız pek çok şeyin özeti bir bakıma. Öyle ki, Rölanti Çıkmazı'nın kendisi bile aslında İstanbul'un özeti. Kentin belliği ya da bilinçdışı; nasıl adlandırırsan artık.

"İyi yazmak, analitik bir okumayla mümkün"

- Son olarak yeni yazar adaylarına atölyeler düzenlediğini ve çok talep gördüğünü biliyorum. Yeni yazar adaylarına nasıl tüyolar verirsin? Sanırım cesarete ihtiyaçları var.

Evet, cesaret önemli ama dış dünyaya dönük bir cesaret değil bu. Kendi değerlerine, hikâyelerine vs. karşı gösterilen bir cesaret olmalı.

Yazma yolculuğuna çıkanlara sıklıkla "bol bol oku" nasihati verilir ya, ne okunması gerektiği pek söylenmez. Sanırım çoğu kişi bunu "bol bol kitap oku" olarak yorumluyor. Oradaki okuma fiilini, hayatı, insanları, yüzleri, bedenleri, duyguları okumak olarak genişletmeli. İyi yazmak, analitik bir okumayla mümkün. Zevk almak, eyvallah ama zevki tüketip daha derinlerde, alt katmanlarda ne var, yazar neden böyle bir ifade seçti, neden bu olayı böyle anlattı, ben olsam nasıl anlatırdım alışkanlıkları edinerek okumak çok önemli. Okumak ve yazmak birbirinden ayrıştırılacak iki eylem değil, bir bütün. Ben okuduğum her romanı yeniden yazarım zihnimde. Yazdıklarımı da son aşamalarda bir okur olarak gözden geçirmeye gayret ederim. Zor ama hep denerim bunu. Hayatı ve bu gezegendeki her şeyi eleştirel ve analitik bir gözle okuyan birinin yazacağı metinler de daha olgun olacaktır, diyebilirim.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

İpek Özbey ve Furkan Sezer anlatıyor: Adnan Oktar ölümden öyle korkuyor ki, başında uyku nöbetçisi tutuyor 

"Ruhları bedenlerinden ayrılmış adeta zombileşmiş insanlardan bahsediyoruz. Hepsinin ortak noktası Allah ile aldatılmış ve mehdiyet inancına ve Adnan Oktar'ın mehdi olduğuna inanmış olmaları. Bu insanlar yaptıkları şeylerle ilgili bir değerlendirme yetisine sahip değiller az sayıda olanları da kendilerine yaptırılan şeylere karşı çıkmaları durumunda başlarına ne geleceğini biliyorlar, önlerinde yüzlerce örnek var"

Türkiye'de evlat edinen ilk bekar erkek Serkan Özübek T24'e konuştu: Biyolojik babalık, kalpten babalıktan farklı bir şey olsaydı yuvalarda bunca terk edilmiş çocuk olmazdı değil mi?

"Çocuklar yuvadaki kadın görevlilere 'anne' diyorlar. Anne; oğlum için yediren, içiren, oynayan kısaca bakım veren kişi demekti. Eve geldik. Kim var? Bir adam var ve onu yediriyor, altını değiştiriyor, bakıyor. Demek ki anne bu adam! Cinsiyetten bağımsız, bakım veren kişi olarak bana 'anne' dedi. İlk başta komik geldi ama bu böyle olmaz dedim. Sürekli 'Oğlum, ben babayım, baba' diyordum. Hiç fark etmiyordu. Sonra anne deyince cevap vermedim. Üçüncü gün de 'Anba' demeye başladı, birinci haftanın sonunda da anne'den baba'ya geçtik"

Zülfü Livaneli: Yönetimler aydın ve yetenekli insanları yok etti, meydan sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı

"Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi yok etmeye çalıştılar; hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık..."