15 Temmuz 2023

Heykellerin dili olsa…

Bizde insana sansür suikastle uygulanır, kitaba sansür yakarak, toplayarak ya da poşete sokarak, heykele sansür ise kırıp parçalayarak…

Gazetecilik hayatım boyunca hiçbir şeyden çekmedim, kırılan, yıkılan, yok edilen heykellerden çektiğim kadar. Onca yıllık kültür gazeteciliğim boyunca belki de en çok "kırılan heykel" haberi yapmışımdır. Bizde insana sansür suikastle uygulanır, kitaba sansür yakarak, toplayarak ya da poşete sokarak, heykele sansür ise kırıp parçalayarak.

* * *

2014 yılıydı. Britanya'nın Londra ve Manchester kentlerinde otuz beş heykel "konuşmaya" başlamıştı. Kraliçe Victoria'nın, bilim insanı Isaac Newton'ın, Sherlock Holmes, Peter Pan gibi edebiyat karakterlerinin heykelleriyle bazı mitolojik hayvan heykellerinin öykülerini akıllı telefonunuz aracılığıyla ünlü oyuncuların seslerinden dinleyebiliyordunuz.

"Konuşan Heykeller" adı verilen bu yenilikçi projeyi duyunca, keşke İstanbul Harbiye'den Nişantaşı'na dönerken, Beşiktaş dolmuşlarının oradaki Uğur Mumcu heykeli için de böyle bir uygulama yapılsa diye geçirmiştim aklımdan. 1993'te Ankara Karlı Sokak'taki evinin önünde arabasına konan bombanın patlaması sonucu yaşamını yitiren Uğur Mumcu kimbilir neler anlatırdı!

* * *

Şimdi düşünüyorum da, bu ülkede heykellerin başına gelenler aslında insanların başına gelenlerin bir göstergesi galiba.

Cumhuriyet'in ellinci yıl kutlamaları için yaptırılan heykellerden biri de "Güzel İstanbul"du. Gürdal Duyar'ın yapıtı, hafifçe arkasına yaslanmış, çıplak bir kadın heykeliydi. Önden bakınca görülmüyordu, ama elleri arkadan kelepçeliydi.

1974 yılıydı. Askeri cuntanın ardından CHP-MSP koalisyonu iktidara gelmişti. Koalisyonun MSP kanadının ilk işlerinden biri, Karaköy Meydanına bakan bir yere yerleştirilmiş olan "Güzel İstanbul"u bir gece balyoz ve çekiç darbeleriyle söktürüp bilinmeyen bir yere götürmek olmuş, iktidarın Siyasi Af çıkarmayı başaran CHP kanadı da koalisyonun bozulmaması adına buna sesini çıkarmamıştı. Neyse ki, heykeli parçalayıp yok etmemişler, başka bir yere taşımakla yetinmişlerdi. Çıplak bir kadın heykeli fazla göz önünde durmamalıydı.

MSP'nin başındaki Necmettin Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk'ün açıklamalarına bakılırsa, bu "müstehcen" heykel "Türk geleneği ve ahlakına uygun değildi". Ama o günlerin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Başkanı Prof. Feridun Akozan'ın açıklaması daha da içler acısıydı:

"Bu heykel bizleri tatmin etmedi. Akademi'nin bilgisi dışında yaptırılmıştır. Akademi'nin yargısından geçmediği için diyebilirim ki sanat yargısından da geçmemiştir…" (Milliyet, 18 Mart 1974)

Aradan on yıl geçti. Aydın Emeç'le Cumhuriyet gazetesinin Kültür Servisi'nin başındayız. Bir akşamüstü Yıldız Parkı'nda çayımızı içip pastamızı yedikten sonra şöyle bir gezinelim dedik. Arka tarafa doğru yürürken, Aydın birden, "Yahu, şuraya baksana, Gürdal'ın heykeli değil mi bu!" deyiverdi. "Güzel İstanbul", parkın gözlerden ırak bir köşesine atılmıştı.

Yanılmıyorsam, bugün hâlâ orada, sürgünde. Ama belki memnundur yerinden. O asude köşede, yıllardır hallaç pamuğu gibi atılan, gittikçe çirkinleşen, ibretin kudreti İstanbul'dan uzakta bir "Güzel İstanbul"…

Gürdal Duyar’ın “Güzel İstanbul” heykeli şimdi ne halde! Ah Güzel İstanbul!

* * *

1980'lerde, Cumhuriyet'te, Muzaffer Ertoran'ın Tophane Parkı'nda ikide bir saldırıya uğrayan "İşçi" heykelinin kimbilir kaç haberini yapmıştık…

"İşçi" de Cumhuriyet'in ellinci yılı için yaptırılan heykellerden biriydi. Ertoran, Almanya'ya çalışmaya gidenlerden, özellikle de Tophane'deki İş ve İşçi Bulma Kurumu önünde toplanan işçi adaylarından esinlenmişti.

Elinde bir balyoz bulunan bu "İşçi" heykelinin, çıplaklıktan olduğu kadar işçilerden de anında "tahrik oluveren" kimilerince yıllar içinde kırılmadık yeri kalmadı. Vurun abalıya!

Ertoran, ilk başlarda kendi olanaklarıyla onarmaya çalışıyordu. Ne ki, ardı arası kesilmeyen saldırıların hızına ne Ertoran yetişebildi, ne de haber yapmaya çalışan gazeteciler.

Ertoran'dan dinlersek:

"Heykel daha bir yılını doldurmadan, önce parmaklarını kırdılar, sonra balyozunun sapını. Yetmedi, ziftle yüzünü boyadılar. Sonra, zifti silmek bahanesiyle yüzünü yok ettiler. Birkaç kez tamir ettim. Ama artık bıraktım yakasını. Kaç yıldır her gün bir yerini kırıyorlar. Yine de tükenmedi…"

Tophane'deki "İşçi"nin başına gelenleri, emeği sömürülen, iş kazalarında can veren, madenlerde toprağın altına gömülen işçilerin somut bir simgesi olarak görürdüm. Onca saldırıya karşın ayakta kalışını ise işçilerin direniş gücünün bir simgesi olarak.

Gelgelelim, "İşçi" heykeli son yıllarda tümden kayıplara karıştı. Onca zulümden sonra, zalimlerine lanet okuyup aldı başını gitti herhalde…

Muzaffer Ertoran’ın “İşçi” heykeli kırıla kırıla yok olmadan önce

* * *

İlhan Koman'ın "Akdeniz" heykeli, birbirine eşit uzunlukta, 12 milimetre kalınlığında 112 metal levhanın yan yana getirilmesiyle oluşturulan kollarını açmış bir kadın figürüdür. Koman, kâğıt kesme-katlama tekniğinden yararlanarak gerçekleştirdiği 4,5 ton ağırlığındaki bu heykeli, 1981'de Sedat Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülü törenindeki konuşmasında şöyle tanımlamıştı:

"İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi. Kucak açmayı bu adla anlatmak istedim. Sevgiyi ve kucaklaşmayı anlatırken bir kadının bütünlüğünden yararlanmak istedim…"

"Akdeniz", ilkin 1980'de Halk Sigorta'nın Zincirlikuyu'daki genel müdürlük binasının önündeki alana yerleştirilmişti. Bugüne kadar en sevdiğim yeri de burasıdır, çünkü önünden arabayla ya da otobüsle geçilirken sanki dalgalanıyor, farklı görünümlere bürünüyor, adeta hareketleniyordu.

Halk Sigorta'nın Yapı Kredi Sigorta'ya dönüşmesiyle mülkiyeti de Yapı Kredi'ye geçen heykel uzun yıllar Zincirlikuyu'da kaldıktan sonra, ilk kez 2005'te yerinde sökülmüş ve "İlhan Koman Retrospektifi" için Galatasaray Meydanı'na yerleştirilmiş, çok geçmeden de Yapı Kredi'nin Levent'teki Genel Müdürlük binasının önüne taşınmıştı.

Ne olduysa orada oldu zaten. 2014'te İsrail'in Filistin halkına karşı acımasızca giriştiği saldırıları protesto etmek amacıyla düzenlenen gösteride, "Akdeniz"in sağ kolu, üstüne hiç umursamadan tırmanan eylemciler tarafından benzer bir acımasızlıkla kırıldı. "Ne var bunda, alt tarafı heykel işte!" falan demişlerdir. Neyse ki, kopan kol, Koman'ın "Akdeniz"ini iyi bilen heykeltıraş Ferit Özşen'in emeği ve ustalığıyla onarılıp yerine takıldı.

Bu anıtsal heykel bir süredir Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Sanat binasının üçüncü katında. Evet, artık güvenli bir yerde. Ama kapalı bir mekânda olduğu için doğasına, yaradılışına uygun bir yerde değil. Oysa ben, Koman'ın bu yapıtının, güneyde denize inen bir yalıyarın tepesinden o mavi sulara bakmasını, Akdeniz'e kucak açmasını hayal etmişimdir hep.

İlhan Koman’ın “Akdeniz” heykeli Yapı Kredi Kültür Sanat binasında

* * *

Beşiktaş'tan Maçka'ya çıkarken, sol koldaki Şairler Parkı'na hiç uğradınız mı? Bir heykeller parkıdır Şairler Parkı. Nigâr Hanım'ın, Neyzen Tevfik'in, Oktay Rifat, Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday'ın, Behçet Necatigil'in, Özdemir Asaf'ın, Sabahattin Kudret Aksal'ın heykelleri arasında gezinebilir, ağaçların gölgesinde soluklanabilirsiniz.

İlk gittiğimde, aklımdan Sabahattin Kudret'in bir şiiri geçmişti: "Bir rüzgâr esti hafiften / Sonra durdu / Yağmur çiseleyecek gibi oldu / Bir tramvaya atladım / Doğru parka gittim / Sıranın birinin üstüne / Uzandım / Gökyüzünü seyrettim."

Ne ki, şair sıralardan birinin üstüne uzanmış değildi, gökyüzünü de seyretmiyordu. Oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı, elinde de bir kitap. Hayatın küçük ayrıntılarının, avareliklerin şairi Sabahattin Kudret'in bu bronz heykelinin altında Yunus Tonkuş'un imzası vardı.

Aradan ne kadar zaman geçti, anımsamıyorum. Yolum bir kez daha Şairler Parkı'na düştüğünde, bir de baktım, Sabahattin Kudret'in elinde tuttuğu kitap sırra kadem basmış. Sonradan öğrendim, meğer heykelin elindeki kitabın yerinde çoktandır yeller esiyormuş.

Baktım, kitap şairin elinden büyük bir özenle sökülüp alınmış. Her kimse, heykelin bütününe zarar vermeden alıp götürmüş. Ya "kitapsever" bir hırsızdı ya da kitabın şair için ne kadar kutsal olduğunu bilen bir şiir düşmanı! Yoksa abartıyor muyum? Belki de, fark edilirim telaşı içinde ancak heykeldeki kitabı koparıp alabilen biri…

* * *

Kısa bir süre önce, Pir Sultan Abdal Şenlikleri'nin düzenlendiği Sivas'ın Madımak Oteli'ndeki katliamın otuzuncu yılıydı. Aralarında Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin'in de bulunduğu onlarca halk ozanı, şair ve yazarın gözü dönmüş bağnazlarca öldürülüşünün üstünden otuz yıl geçmiş.

Onca canın katledilmesinin yanında bir kıymeti harbiyesi var mı, bilmiyorum. Heykellerden söz açmışken, heykel de, yani sanat yapıtı da benim gözümde bir sanatçının hayat verdiği bir candır. Ve o gün, 2 Temmuz 1993 günü, Madımak Oteli'ne yürüyen azgın sürü, yolunun üstündeki "Halk Ozanları" heykelini yıkıp yerde sürüklemişti. Otele sığınmış olan halk ozanlarını öldürmeden hemen önce…

* * *

Ben burada birkaç örnek vermekle yetindim. Türkiye'de kırılan, yıkılan, parçalanan heykeller saymakla bitmez. Bunun nedenlerine girmek bu yazının sınırlarını aşar. Salt dinsel nedenlerle açıklamaya kalksak, günümüzde Ortadoğu'nun zengin Arap ülkelerinin Batılı sanatçıların resimlerini ve heykellerini büyük paralar ödeyerek satın alıp müzelerine, koleksiyonlarına katıyor olmalarını nasıl açıklayabiliriz?

* * *

Yazının başında sözünü ettiğim Britanya'daki "Konuşan Heykeller" projesi İstanbul, Ankara, İzmir'deki heykellere de uygulansa. Ya da yalnızca Harbiye'deki Uğur Mumcu heykeli için değil, "Akdeniz", "İşçi", "Güzel İstanbul" gibi kırıma ya da sansüre uğramış heykelleri de kapsayan bir video enstalasyon çalışması yapılsa. Bu yapıtlar, yazarların kaleminden ve tiyatro sanatçılarının ağzından öykülerini, başlarından geçenleri şehrin meydanlarından insanlara anlatsalar. İnsanlar akıllı telefonları aracılığıyla bu öyküleri dinleseler. Büyükşehir Belediyeleri böyle bir çalışmaya öncülük edemez mi? İsteseler edebilirler. Bence gerçek muhalefet bu tür işlerle olur...

* * *

İsterseniz, yıkıcı, kırıcı örneklerin ağır bastığı bu yazıyı yapıcı bir örnekle bitirelim. Fizyoterapist dostum İhsan Eren'den öğrendim: Şarköy Belediyesi 2013 yılında bir heykel yaptırmış. 1952-1974 yılları arasında Şarköy'deki yirmi iki yıllık hekimliği sırasında halkın saygı ve sevgisini kazanan Dr. Cemal Özkan'ın heykeli bugün hâlâ orada; başında şapkası, elinde çantası, yanında çok sevdiği köpeğiyle…

Şarköy’deki Dr. Cemal Özkan heykeli

Celal Üster kimdir?

Celal Üster, İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görüldü. Aralarında Yeni Dergi, Aries, Sözcükler ve Notos'un da bulunduğu birçok dergide çevirileri yayımlandı.

Belgelerle Türk Eczacılığı, National Geographic Fotoğraflarıyla İstanbul, Metropolis: Ana Tanrıça Kenti, Unforgettable/Unutulmaz Dizisi, Ortak Kültürel Miras: Birlik İçinde Çokluk gibi kitapları yayına hazırladı.

Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Kültür Editörlüğü'nü, ilk yayımlandığı yıllarda Cumhuriyet Kitap'ın, 1996-2005 arasında P Dünya Sanatı Dergisi'nin, 2003-2008 arasında Can Yayınları'nın yayın yönetmenliğini üstlendi. “Yeryüzü Kitaplığı” yazılarını Radikal Kitap'tan sonra Cumhuriyet Kitap'ta sürdürdü.

Robert Louis StevensonH. G. Wells, Jaroslav HašekJames JoyceLiam O'FlahertyGeorge OrwellJuan RulfoIris MurdochRoald DahlJorge Luis BorgesJohn Berger gibi yazarların yapıtlarının yanı sıra Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'su ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i gibi Marksist klasikleri dilimize kazandırdı.

Ünlü yazarlardan özlü sözleri Sözün Özü, eski ozanlardan aşk şiirlerini Aşk Olsun! adlı kitaplarda bir araya getirdi. İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları adlı bir antoloji hazırladı. Körün Taşı ve Bir 'Çevirgen'in Notları adlı kitapları yayımlandı.

Yazarın Diğer Yazıları

"Vahşiler" ve "uygarlar"

Peru Amazonu'nun Yerli halkları "uygarlık"tan mustarip. Yüzyıllardır çekmedikleri kalmadı. Şimdi de doymak bilmez kereste tacirleri yüzünden Mashco Piru'lar yerlerinden oluyorlar

Gulyabani İngilizcede

Edebiyatımızın en ayrıksı yazarlarından Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani'si Hande Eagle tarafından İngilizceye çevrildi. Eagle, Türkiye'de bile sadeleştirilerek yayımlanabilen bu romanı yabancı bir dile aktarmanın zorluklarını fazlasıyla aşmış

Benim deniz fenerim

Edgü, bir seferinde, "Sait Faik benim deniz fenerim," demişti. Ferit Edgü Gemisi, o fenerin ışığında, edebiyatın derin sularında kayalıklara çarpmadan seyretti. Yoksa Edgü ne Sait Faik'e benzer, ne de kuşağının yazarlarına. Başından sonuna kendi edebiyatını kurdu, üstünkörü, gelgeç beğenileri umursamadı, bütünüyle kendine özgü kaldı

"
"