04 Kasım 2024 00:04
Dr. Rukiye Ekenler
“Zor zamanlardan geçiyoruz…”
90’larda, öğrenciliğimde, siyasetle tanıştığım öğrenci derneğindeki çalışmalarımdan beri en çok duyduğum cümle budur: “Zor zamanlardan geçiyoruz.”
Yine öylesi bir zamandayız.
İnsan aklının sınırlarının ne kadar büyük olduğunu biliriz. Hele globalleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte insan aklının daha fazla bilgiye, sese, görselliğe ulaşabildiğini de biliriz. Ancak bu bilgileri daha nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz, çaresiz kalıyoruz ve her zamanki gibi halimizi içindeki tanrıya, vicdanına bırakıyoruz.
Haftalardır kâbus gibi çöken “yenidoğan çetesi” haberleriyle hayatımız alt üst oldu. Ancak her zamanki gibi olayı bireysel ve sorunlar üzerinden sorguluyoruz. Görünenin arkasındakini göremiyor, nefret dilinden kurtulamıyoruz; bir vahamet var, bundan dolayı da sistem denilen aygıtın eksikliklerini gözden kaçırıyoruz.
Geçen hafta bu kaygılarla bir yazı yazdım, bunu kamuoyuyla paylaşmıştım. Sonrasında İlke TV’ye çıktım, kavramların doğru kullanılması gerektiği söyledim, tekrar etmekte yarar var:
Bilgilendirme yapılırken nefret dilinden, kamuoyunda infial yaratabilecek söylemlerden uzak durulması gerektiğini, konunun hassas olduğunu, eğer doğru cümleler kullanılmaz ve süreç doğru yönetilmezse sağlıkçıya şiddetin boyutunun artacağını, kaygılı toplumun kaygılarının vahim boyutlara ulaşacağını ve zaten para ilişkisi içinde iyiden iyiye yıpranmış, yaralanmış hasta-hekim ilişkisinin daha zora gireceğini, daha zor durumlarla karşı karşıya kalacağımızı ifade etmiştim.
Gene aynı kaygılarla yazıyorum.
Hâlâ yoğun bakımda aktif olarak çalışan bir hekim olarak son iki haftadır yaşanmışlıklarım üzerinden yazıyorum. Tüm bu kaygılarımı somutlaştıran şeyler yaşadığım için yazıyorum.
Bir kez daha siyasetçileri, basını ve bu konuda konuşan herkesi sağduyuya davet ediyorum. Sadece profesyonel kimselerin konuşması gerektiğini bir kez daha söylemek istiyorum. Bu konunun sadece yara almış adalet sistemi içinde değil tam da kamuoyu önünde oldukça şeffaf/ bilimsel yöntemlere konuşulup çözülmesi gerektiğine inandığımı söylemek istiyorum.
21’inci yüzyılda en fazla sağlık politikaları siyaseten istismar edilen bir konu olmuştur. Gelişen teknolojiyle tanısal alandaki gelişmeler genetik ve hücresel düzeye ulaşmış ve pek çok bilimsel bilgi sayesinde insanoğlu sadece hastalıklarla değil baş etmeyi, yaşlanmaya, hatta ölüme çare bulmaya kadar gitmiştir ve daha önce geleneksel yöntemlerle çözülesi pek çok hastalık, rahatsızlık, marazlık modern tıpla daha hızlı daha etkin çözülebilir olmuş, bu da insanın sağlığa ulaşma isteğini arttırmıştır. Bu istek doğrultusunda siyasi iktidarlar da yeni sağlık politikaları üretmek zorunda kalmış, bunlarla ya siyasi güçlerini sağlamlaştırmış ya siyaseten yok olmuşlardır.
Durum böyle olunca mevcut iktidar “sağlıkta dönüşüm programı” çerçevesinde pek çok değişiklik yapmış, sağlığa ulaşılabilirliği arttırmak adına “özel hastaneciliğin” önünü açmış, milyonlarca dolar yatırımlar yapılması için cesaret, güç ve krediler vermiştir. Her köşe başına açılan hastanelerde her türlü sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşan insanlar da bundan memnun olmuş ve iktidarın gücü de gittikçe büyüyerek devam etmiştir.
İktidar sürece böyle yaklaşırken, hastane sahipleri de nasıl kâr edeceklerini düşünmüşlerdir; yoğun bakım talebini yükseltmiş, bunun için hem erişkin hem yenidoğan yoğun servisleri kurmuş, milyonlarca dolar yatırım yapmış, personel almış, yetiştirmiş ve SGK’yla yaptığı anlaşma doğrultusunda her ayın son haftası faturalandırdığı yoğun bakım hizmetinin ücretini nakit olarak almış ve bu talep arttıkça yoğun bakımları geliştirmiş, yoğun bakıma yatırım yaptıkça da oradan daha çok para kazanma isteği artmıştır.
Değişen sosyoekonomik koşullar içinde, kadınların da çalışma hayatına girmesiyle evde yaşlı hasta bakımına olan talep azalmış, doğurganlık sayısı azalmış ve doğum yaşı artmıştır. Çevresel ve beslenme etkenleriyle beraber onkolojik hastaların da arttığını ve sağlıkla ilgili beklentilerin yükseltildiğini de düşünürsek bu çerçevede yoğun bakım talepleri artmıştır ve bu talep artışı doğrultusunda serbest piyasa politikaları ve kapitalist anlayışlar içinde özel hastaneler yoğun bakımı bir kar alanı olarak görmüşlerdir. Zaman içinde sayıca o kadar çok artmış ki, özel hastanelerdeki yoğun bakım yatak sayısı kamu hastanelerini geçmeye başlamış ve böyle olunca da o yatakları dolu tutmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmıştır.
112 Acil Komuta Merkezleri her kentte vardır ve o kentteki her kamu ve özel hastanenin yoğun bakım boş yatak sayısını görür ve hastaya yoğun bakım ihtiyacı olduğu söylendiği andan itibaren (ki bu ihtiyaç acilde ya da serviste hastayı takip eden doktorun alacağı bir kararla belirlenir) 112 komuta merkezi önce kamu hastanelerdeki yoğun bakım yataklarına transport sağlar, kamu dolduğunda özele hasta transportu gerçekleştirilir.
Hâl böyle olunca yoğun bakımı dolu tutmak isteyen kimi özel hastaneler “simsar” ya da “aracı” denilen kişiler üzerinden hastayı kendi yoğun bakımına getirmeye başladı.
Bu durumdan hastalar memnundu; ücretsiz, ya 112 ya da kabul gördüğü hastanenin ambulansıyla transportu sağlanıyordu, ücretsiz yoğun bakımda takibi, tedavisi yapılıyordu. Hasta yakını da memnundu. Günlük yaşamında özel hastaneden sağlık hizmeti alamazken hastasının oraya yatışıyla kendini sağlık hizmetine kolay ulaşır ve eşit hissediyordu; eşitlik herkese iyi gelen bir duyguydu. Hastanenin patronu da memnundu, yatağı boş kalmıyordu ve ay sonunda SGK üzerinden ödemesini alıyordu. Simsar da memnundu; bunlar zamanında 112 ekibinde çalışmış ya da kamu hizmetinden emekli kimselerdi, yaşamlarının bir döneminde sağlık sektörüyle ilişkilenmiş, insan ilişkileri iyi olan ve bu ilişkiyi finansa dönüştürmede ustaydılar, hiç görmedikleri, bilmediği biri üzerinden risk almadan para kazanıyorlardı ve şimdi, belki de sadece telefon üzerinden bu işi yapıyorlar, yorulmadan iyi para geçiyordu ellerine.
Bu memnunluk hali elbette kimin sorumlu olduğunu sorgulamaya izin vermiyordu, iş ve hizmet, bir şeyler aksasa bile asla eleştirilmiyordu.
Ancak bundan memnun olmayan kişiler vardı: Bunlar yoğun bakımda hastayı tedavi edecek doktorlardı.
Düşünün, yoğun bakımda çalışan bir hekimsiniz, içeriye kabul etmediğiniz, bilmediğiniz bir hasta giriyor… Tüm bu süreçlerden habersiz olan hasta ve yakınlarıysa özel hastanede olmuş olmaktan kaynaklı bir mutluluk içindeler, beklentilerini yüksek tutuyorlar, durum iyi olursa, hiç sorun yok, aksi bir şey olursa, yaşanabilecek eksikliklerden doğrudan suçlanacak biri var: Hekim!
Hastanın nasıl doktor seçme hakkı varsa, doktorların da çalışmış olduğu hastanenin fiziki koşulları, ekipmanları, konsültan hekim durumuna göre hasta seçme hakkı bulunduğundan hastayla ilgili bilgiler her zaman hekimin elini güçlendirir, oysa bu sistem içinde hekim ve hastane koşulları doğrudan bay-pass edilerek, sadece finansal nedenler devreye giriyor.
Süreç hekim için böyle başlıyor. Hatta yaşadığı şiddet dolu sürecin sonunda bir de simsarın kendinden daha çok ücret aldığını duyduğunda neler hissedebileceğini düşünün.
Bu durumda hekim en zoru yaşıyor. Buna tepki gösterse de kurumsal sayıda hastane dışında kalan pek çok hastane de sistem böyle işliyor.
Sonra ne mi oldu?
Zamanla yoğun bakımdan eski kârları sağlayamayan hastane patronları önce simsarları devre dışı bıraktı, sonra coğrafyamızda gelişen ağır ekonomik şartlarlabu sefer zarar ettiği gerekçesiyle (SGK ödeneği azaldı, SGK uzun yıllar SUT fiyatlarına zam yapmadı, çıkan genelgelerle hastadan fark alınması yasaklandı, ilaç ve tıbbi malzeme fiyatlarının kur farkı nedeniyle her gün artması, personel giderlerinin artması doğrultusunda) bazı hekimlerle anlaşarak işletmeyi vermeye/ devretmeye başladı.
İşletme şöyle oldu: Özel hastanenin sahipleri yoğun bakım ünitesini aylık belli bir ücret karşılığında branş hekimlerine kiraya verdi, “aylık bana şu kadar ücret ver gerisine ben karışmam” dedi. Böylece ilaç, malzemeler, hemşire ve personel giderleri kiralayan hekime ve ekibe kaldı.
Zaman zaman fizik tedavi, göz, estetik merkezlerine hastanenin bir katı da kiraladıkları oldu. Bu da cabacısıydı.
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden uzmanlığımı alıp (2004) Diyarbakır’a gittiğimde özel hastane gerçekliğiyle tanıştım. İdealist bir hekim olarak ve üniversite hastanesi prensipleriyle öğrendiğim pek çok şeyi orada yaşatabilmek için verdiğim çabayı hatırlıyorum da yüzüme bir gülümseme gelmiyor değil. Patronun çalışan hekimlerle yapmış olduğu ilk özel hastane toplantısından çıkmış ve sonbaharın da etkisiyle erken kararan havada yolumu kaybederek surlara doğru uzun süre yürümüş, yanlış yerde olduğumu fark etmiştim.
Anestezi ve reanimasyon uzmanı olduğumdan, poliklinik yapmadığımdan ve yaptığım her işlem, her tetkik, her radyolojik inceleme SGK tarafından karşılandığından şanslıydım.
İşletme alan hekimleri düşünüyorum şimdi. Tanıdıklarım oldu, duyduklarım oldu. Sağlık sektörü küçüktür, herkes herkesi bilir; hepsi iyi insanlardır bilirim, ancak adalet iyilikten daha önemlidir ve şimdi bu süreçlerin (yenidoğan) ortaya çıkmasıyla zamanında oralarda çalışmış sağlıkçılardan duyduklarım karşısında bende infial duygusu oluşmuyor değil ama bir hekimin bile isteye hastasının ölümünü isteyebileceğine asla inanmam.
İşletmeyi alan hekimler, büyük oranda kâr mantığıyla hareket etmiş, mevcut şartları içinde kârını arttıramadığından, zararı azaltmak adına yoğun bakımları işletmiştir.
Neler yapar?
Yatakları dolu tutmak için farklı işbirliklerine yapar; hemşire sayısını azaltır, maliyeti yüksek ilaçları kullanmaktan kaçınıp, maliyeti yüksek işlemler gerektirecek hastaları görmezlikten gelir, maliyeti yüksek olan o işlemi ya yapmaz ya da epikriz üzerinde yapar gibi faturalandırır, hastaları uzun yatırarak SGK faturalandırmasında hastaları olduğundan daha yüksek basamakta göstererek aldığı ödeneği yükseltir ve gece nöbetçi doktor bırakmayarak yetiştirdiği hemşireleri gece nöbete bırakarak gerektiğinde telefonla yardımcı olmak suretiyle süreci idare ederek maliyeti azaltır. Bunlar duyduklarımız ancak bir de yeni bilgiler eklendi tapeler üzerinden, mağduriyet üzerinden ek ücret talep etmek, bu ücreti veremeyen ailelerin kaygılarını arttırıcı nitelikte söylemler ve davranışlarda bulunmak gibi ve daha fazlası belki de.
İşte tam da film burada koptu. Çünkü kirlenmenin sonu yoktu. Olmazdı. Hekim bir yerde dursa, vazgeçse, bu sefer çeteleşme ve yozlaşma içinde ayakta kalmak zor olacaktı ve zaten sistem böyle yürüyordu, kendini haklı çıkaracak argüman bulmak kolaydı, para kazanmak da hoşuna gitmişti; bir patronun kontrolünde maaşlı çalışmaktansa kendi işi gibi çalışmak iyi gelmişti ve her şeyden önemlisi denetim mekanizması işlemiyordu. Siyasi iktidar sağlık politikaları üzerinden yeterince prim yapmıştı ve politik bilinçteki küçük bir kesim dışında çürümeye başlamış bu sitemden kimse rahatsız değildi, bu sistemi deşifre etmeye çalışan da ya işsiz kalmayı göze alacak ya da daha başka büyük bedeller ödeyecekti, bireysel çıkışlar dışında örgütsel çıkışlar yapılamadı, çünkü özel hastanelerdeki sağlık emekçileri örgütlü değillerdi.
Ayrıca sağlık hizmetlerinin her alanında bu yapının içinde kişiler çalışanlar vardı, tam bir çete hali dense yeriydi. Şimdi bu sistem ya kediliğinden deşifre oldu ya da deşifre edildi.
İhtimâl, kamuoyunun gözü önündeki kişilere cezalar verilecek, herkes derin bir oh çekecek. Adalet herkese iyi gelen bir şeydir. Denetleme mekanizmaları düzenlenecek. Özel hastaneler işletmeye vermekten vazgeçecek ancak yoğun bakımda kar edemeyen hastane sahipleri farklı mekanizmalarla yoğun bakımı kapatmaya, küçültmeye kadar gidecekler. Kapanan hastaneler oldu. Adına artık hizmet denilmeyen, sektör denilen Özel Sağlık Sektörü boş durmayacak, tekelleşmeye gidecek ve büyük olan daha büyüyecek, alternatifi azalan sağlık emekçileri de daha ucuz ücretlere bu büyük yapılarda çalıştırılacak. İşin önemli kısmının değdiği siyasiler hesap vermeyecek, toplumsal dejenerasyon, ekonomik kriz koşullarında ve sağlığın parayla alınıp satılır olduğu mekanizma içinde bireyler, yapılar, hastaneler yeni yollar deneyecek, yeni süreçler yaratacak.
Yoğun bakımın kapısında zorlandığım zamanlarda “bu sitemi biz kurmadık, belki de sistemin en mağdurlarıyız” dediğim çok olmuştur. Yaşadığın toplumu eksisiyle fazlasıyla tanımak, yaşananlar karşısında insan olabilmek, insan kalabilmek elbette hem etik değerleri her an her alanda her zorluğa rağmen korumak yaşamak yaşatmak ve bu değerleri alt üst etmeye yönelik tüm süreçleri temiz kalarak ekarte edebilmek, anlatabilmek ve belki de kötülerden daha cesur olabilmekle sağlayacağız. Herkes unutsa bile biz sağlıkçılar bunları daha çok konuşacağız ki gerçekten kalıcı adımlar atılabilsin. Hem hala bu sistemin içinde değil miyiz? Bu yazıyı tutmuş olduğum nöbetin 38’inci saatinde yazdığımı ifade edecek olursam, evet hala biz aynı yerdeyiz demem çok doğal değil mi sizce?
Yaşanan süreci basit bir dille anlatmaya çalıştım; derdim şu önce şu “hasta yapıya” teşhis koymak gerekir ki sonra tedavi edilsin. Cumhuriyet’in 101. yılında kalıcı, akılcı, bilimsel, ana dilde, eşit, ulaşılabilir, sosyal devlet çerçevesi içinde insana, bilime ve etiğe dayalı bir sağlık politikası geliştirilebilmiş değil.
Bu kadar karanlık içinde aydınlık insanlar da azımsanmayacak kadar çok ve onların yüzü suyu hürmetine, vicdanlara dayanarak sürdürülebilir bir süreç yaşandı.
Şunu da demeden edemiyor, siyaset mekanizması nedir, neden varlığı önemlidir sorusu akıllara geliyor, gelmeli de.
Yoğun bakım doktoru Rukiye Ekenler
© Tüm hakları saklıdır.