Çizgi: Sait Oktay
05 Temmuz 2024 00:00
Bu yılın başında Yiğit Bener'le bir sohbetimizde masasında yeni bir kitap olup olmadığını sormuş "Var ama şimdi söyleyemem, şimdilik sır ama bitince ilk söyleyeceklerim arasındasın" yanıtını almıştım. Israrcı olmadım ama şaşırdım, arkadaşız da hani… Bener Ailesi külliyatına yeni bir eser katılacaktı, sürpriz bir kitaptı belki ya da asıl kendisi çok acayip bir şey yazmıştı bu da çok mümkündü ama neden sırdı, anlayamadım. Vardır bir bildiği dedim. Aradan aylar geçti ve Yiğit Bener "Buluşalım, artık o sırrı söyleyebilirim" dedi. Buluştuk. "Biz Selahattin Demirtaş'la bir roman yazdık" dedi. Şaşırdım. Selahattin Demirtaş diyor, roman diyor, birlikte diyor. Demirtaş ve roman sözcükleri aynı cümle içinde yer alabilir tabii, Efsun romanı şahaneydi ama "birlikte" derken neyi kastediyordu? Demirtaş duvarlar ve kilitli kapılar arasındaydı; sadece bir plastik masası ve ketılı vardı. Yiğit Bener de o duvarların "tırnak içinde daha özgür" tarafında. Söylediğine göre "eş yazar" olarak yazmışlardı romanı. Demirtaş'la önceden tanışmıyorlarmış... Yiğit onunla yıllardır yazıştıklarını bile hiç söylememişti bugüne kadar. Biri hapiste, diğeri dışarıda iki kişi nasıl roman yazar? Edebi firarda gizlice buluşmuşlar meğer. Ben öyle şaşırmış romanı nasıl yazdıklarını anlamaya çalışırken posta kutuma PDF'i düşmüştü bile, romanın adı: Arafta Düet. Emekli General Ayvaz Dere ve solcu emekli avukat Sinan'ın Türkiye siyasi tarihiyle birlikte birbirlerinin tarihine karışma ve çok acayip olaylar çevresinde yıllar sonra karşılaşmalarını anlatıyor roman. Finali ise sürprizli. Romanı bitirdiğimde madem öyle o zaman üçümüz o "edebi firar"da buluşalım dedim. Hem sorular sordum hem de ikisi arasındaki tatlı düete tanık oldum.
- Sibel Oral: Çok acayip bir şey yaptınız, hazır ikinizi de bir arada bulmuşken tam da şöyle sormak istiyorum: Siz n'aptınız böyle?
Selahattin Demirtaş: Valla ben bir şey yapmadım. Herkes de beni suçluyor, adım çıkmış dokuza inmez sekize. Ben gerçekten suçsuzum, niye kimse inanmıyor ya! Yiğit yaptı Yiğit, o da yapmamışsa Miki yapmıştır… Şaka bir yana soru gerçekten güzel ama ne yaptığımı ben de tam olarak bilmiyorum. Ben yazdım, Yiğit diye biri yazdı sonra bana dediler ki o yazdıklarınız roman olmuş. Halbuki Yiğit diye birini tanımıyorum bile, gerçekte böyle biri var mı ondan bile emin değilim. Yani Yiğit Bener vardır da… Yazıştığımız kişi hakikaten o mu, avukatlarım beni trolledi mi, emin olamıyorum. Aranızda Yiğit Bener'i şahsen tanıyanınız varsa bir sorsun lütfen, Arafta Düet'in yazarlarından biri gerçekten kendisi mi? Değilse lütfen kusurumuza bakmasın, bir yanlışlık olmuştur deyin. Duyduğum kadarıyla kendisi en son Fransa'dan "Edebiyat Şövalyesi" ünvanı da aldı, kızdırmaya gelmez. Adam atına atladığı gibi ordusuyla Edirne'ye yürür mürür… Maazallah! Yok eğer ortak yazar kendisi ise ve bu eylemi üstleniyorsa, bari beni bulaştırmasın; zaten daha yeni 42 yıl ceza aldım, benim adımı vermezse sevinirim, yapsın bir şövalyelik.
Yiğit Bener: Bi dakika bi dakika… Cep telefonuma yağan mesajlara bakıyordum, başını kaçırmışım. Kim ne yapmış, kimin ismini kim niye ve kime vermiş, nasıl vermiş, ne zaman vermiş? Vermeli mi? Niye versin? Ayrıca ben de masumum ve de suçsuzum. Künyemde bile yazıyor, bakabilirsiniz: Ben "kendi halinde bir edebiyatçıyım." Kaldı ki, roman yazmaktan daha masum ne olabilir? Hem… Ben de o öteki yazar Selahattin'i tanımıyorum. Hiç karşılaşmadım. Selahattin Demirtaş'ı bilirim elbette. O milletvekili ve parti başkanıyken mecliste bir kez tercümanlığını bile yapmıştım; ama ona sorsanız hatırlamaz. Doğaldır da. Tercümanın iyisi, varlığını hissettirmeyen kişidir. Hem… Her şey bir tarafa, aynı soruyu ben de sorabilirim: Bana el yazısıyla yazılmış birtakım mektuplar geldi, "Selahattin Demirtaş seninle roman yazmak istiyor," dendi. Olacak iş mi? Siyasetle uğraşanlar roman yazar mı? Bir insanın kaç kimliği olur? Karmaşık meseleler bunlar. Ama kandım tabii, yani kandırıldım. Şu da var tabii: Galiba bir şeyler yazdık gerçekten, evet… Ama yazdıysak da sorun bakalım, niye yazdık? Hem… Kim yazdı? Biz mi? Biz kim? Orası da karışık. Şövalye yazmış olabilir ya da öteki Selahattin…
- SO: Başa dönelim, en başa. Siz hiç bir araya gelmediniz ve bir roman yazdınız. Nasıl başladı bu hikâye?
SD: Bence bu kısmı Yiğit anlatsın Sibel, fakat ben Yiğit'i çevirmen sıfatıyla imzalayıp bana gönderme nezaketinde bulunduğu Gecenin Sonuna Yolculuk kitabıyla hapishanede tanıdım. Sonra benimle, kitaplarımla ilgili güzel yazılar yazdı, onları okudum, ardından Benerler külliyatını okudum, derken benim kitaplarımın imza günlerine dayanışma amacıyla katıldığını öğrendim ve bir gün kendisine avukatlarım aracılığıyla kısa bir teşekkür notu gönderdim. Gerisini hatırlamıyorum.
YB: O kitabı sana benim yolladığımı unutmuşum. Üstelik kendi kitabımmışçasına utanmadan bir de imza çakmışım demek, bak sen bana! Umarım azıcık tevazu gösterip bari "yazara vekaleten" diye imzalamışımdır. Bununla birlikte, bu olan bitenin asıl müsebbibi yüce devletimizdir. Çünkü Selahattin'le yazışmaya başlamadan önce de "Selo Başkanı" bilirdim tabii ve kırk yılda bir gönül rahatlığıyla oy verebildiğim, üstelik mizah duygusuna sahip bir siyasi liderin hapse atılmasına çok içerlemiştim. O bizlerin de özgürlüğü için mücadelesinin bedelini öderken, bizler dışarıda "olağan" hayatımıza devam ediyorduk. Bunu kanıksayıp "eh ne yapalım, bizim memlekette olağan işleyiş böyledir," diyemezdim. "Zayiat" addedip başını çevirmek, her tür insani değere ihanet etmek olmaz mıydı? Onun hapiste geçirdiği süre uzadıkça, benim de üzerime çöken vicdani yük artıyordu. Dayanışma duygumu ifade etmenin bir yolunu bulamıyordum ve bu çaresizlik, tıpkı onun milyonlarca seçmeni gibi beni de kahrediyordu. Derken, Demirtaş'ın bir söyleşisinde edebiyata meraklı olduğunu, içeride bol bol kitap okuduğunu görünce…
SD: Aslında siyasi tutsaklar açısından "okumak" bir tercihin ötesinde mecburiyettir; nitekim zaten "okuduğunuz" için hapistesinizdir. Ayrıca yüzmeye, tenise, sinemaya, bowling salonuna gitmek gibi seçeneklerimiz yok! Vardı da biz mi gitmedik? O nedenle, hapiste kitap okumak candır. Gerçi en son bir maratona katılmak için cezaevi idaresine başvurdum, ama "yerin dar" deyip reddettiler.
YB: Bak maraton iyi fikirmiş, ama benim de yenim dar. Neyse… Nerede kalmıştım? Ha… Bari Demirtaş'a kitap yollayayım diye düşündüm. Bir toplantıda tesadüfen avukatlarından biriyle tanışıp yardım istedim… Onun sayesinde, bizim ailede ne kadar yazar varsa, hepsinin kitaplarını bocaladım Edirne'ye…
SD: Bir aileden kaç yazar çıkar… Cezaevindekiler bile şaşırdı! Bu işte bir tuhaflık var diye derinlemesine soruşturma açtılar; kitapların elime geçmesi aylar sürdü!
YB: Arşivime baktım, Selahattin bana ilk kez Temmuz 2019'de zarif bir teşekkür notu yollamış. Beş yıl önce…
SD: Olmuş mu o kadar! Üç yıl da öncesi var… Etti sekiz… Hücre de hep aynı hücre… Çok olmuş yav!
YB: Asıl dönüm noktası, Demirtaş'ın ilk öykü kitabı Seher olmuştu. Hemen merak edip aldım tabii. Edebi kaygıyla yazılmış bir metin okuyacağımdan emin değildim açıkçası. Hapisteki bir siyasetçi, "dışarıya mesaj vermek" amacıyla edebiyatı araç olarak kullanmak istese, buna kim karşı çıkabilir? Ya da oyalanmak için böyle bir hobi edinse, burun kıvırmak yakışık alır mı? Gel gör ki bir solukta okuduğum Seher dört başı mamur bir edebi eserdi: Yani yalnızca edebiyatı ciddiye alan esaslı bir kalemin yazabileceği türden bir metindi bu. Zaten Demirtaş bir başka söyleşisinde Gecenin Sonuna Yolculuk'u üç kez okuduğunu belirtmişti…
SD: "Hamili çevirmen yakinimdir…" falan dememi bekliyorsun galiba? Aslında o sırada elimde başka kitap kalmamıştı da… O nedenle…
YB: Bir sıkımlık aklım kaldı, dalga geçip onu da karıştırma şimdi… Tamam, yoğurdum ekşidir diyemeyeceğim, ama edebiyatla derinlemesine ve profesyonelce bağ kurmayan biri o tuğlayı üç kez okumaz! Neyse… Hemen Seher hakkında bir yazı döşendim, Cumhuriyet Kitap'ta yayımlandı. Kitabın en çarpıcı öykülerden biri, "Ah Asuman," şu cümleyle bitiyordu: "Hele dur bakalım, bunun altından nasıl kalkacağız." Burada yazar, hem yapılan iyiliğin karşılığının nasıl ödenebileceğini hem de sevimli bir hınzırlığın rövanşının nasıl alınacağını sorgulamıştı. Ben de Demirtaş'ın siyaset mahallesinden kalkıp bizim edebiyat mahallemize gelerek selam vermesine atfen, yazımı aynı cümleye nazireyle bitirmiştim: "Hele dur bakalım, bu selamın altından nasıl kalkacağız…"
SD: Bak onu hatırlıyorum.
YB: Ama Selahattin bu! Tek seferle yetinmedi, ardından dört sıkı kitap daha geldi. Yani hâlâ o selamın altından nasıl kalkacağımızı bilemiyorum. Yine çok beğenerek okuduğum diğer kitapları hakkında da mutlulukla yorum yazdım tabii. Hele o Efsun... Dad!
Derken bir söyleşisinde Selahattin'in benden söz ettiğini, yani onun da benim selamımı aldığını görünce çok duygulandım. Ben önceleri vaktini çalmayayım endişesiyle ona yazmaya çekiniyordum, çünkü hapisteyken bile öyle bir mesaisi vardı ki! Hem siyasi mücadelelere hem edebiyata derinlemesine katkı sunuyordu, bir yandan da davalarla boğuşuyordu, yetmedi benim gibi hariçten gazel okuyan gevezelere de laf yetiştiriyordu. Belli ki onun bedenini içeride tutanlar, engin düş gücüne sahip Selahattin gibi bir yazar için edebiyatın müthiş bir firar aracı olduğunu hesaba katmamışlar.
SD: Ne demezsin: Plastik masam sandalyem, ketılım ve ben… Bahtiyarız!
YB: Bu tür ergonometrik sıkıntıların dışında, ben hapiste yazarlığın en büyük zorluğunun sevdiklerinden uzak kalmak olduğunu sanıyordum. Öyle ya, yazarken hepimiz iç dünyamıza çekilir, bir odaya kapanır öyle yazarız… Cehalet işte! Selahattin'in bir mektubundan anladım ki en büyük sıkıntılarından biri, okurlarıyla ve diğer edebiyatçılarla, meslektaşlarıyla doğrudan temas kuramamakmış. Bu aydınlanmam beni yüreklendirdi: Zanaatkâr meslektaş sıfatıyla edebiyat konusunda düzenli mektup arkadaşlığı önerdim ona. Öyleyken böyle… Bir baktık, önce mahcup mahcup, sonra hummalı bir şekilde sayfalarca mektuplaşmaya başlamışız. Derken birimiz (Selahattin'di sanırım) "bizim hayatımız da roman" deyiverdi. "Ne romanı, nasıl yani, olur mu ki," falan dememize kalmadı… Üzerinde adlarımız ve Arafta Düet yazan bir kitap kapağı geliverdi önümüze. Sahi Selahattin, Sibel haklı: Biz ne yaptık öyle yahu?
- SO: Selahattin Demirtaş, sorum size: Hayatınıza karışmadan önce sizin için kimdi, ne ifade ediyordu Yiğit Bener?
SD: Bazen bir insanı tek bir cümleden, bir küçücük davranıştan, mimikten, jestten yakalarsınız ve onun "dost olma potansiyelini" hemen hissedersiniz. Yiğit'in çevirmen olarak bana kitabını göndermesi ve dayanışma notu bende hemen bu duyguyu uyandırdı. Gerçi çoğu zaman yanılırsınız ve hayal kırıklığına uğrarsanız, yine de denemeye değer diye düşünüp risk alarak onunla tanışırsınız. Ve bu Yiğit denen şövalye beni yanıltmadı. O iyi bir edebiyatçı olmanın yanında iyi bir dost: Birbirini görmeden de dostluk kurulabileceğini gösterdi. Onunla geç tanıştık, ama şu son zamanlardaki yazışmalarımızdan hem çok yararlandım, yeni yeni şeyler öğrendim hem de büyük keyif aldım. Sanırım dışarıda tanışsaydık dostluğumuzun bunca ilerleme şansı olmayacaktı. Bu da hapisliğin kazançlarından biri.
YB: Hatta bana sorarsan, eğer hapse girmeseydin edebiyata da bu derece yoğunlaşıp bu kadar mesai harcayamayabilirdin. Tam bir paradoks! Ama yanlış anlaşılmasın: Bundan ötürü bendeniz ve edebiyatseverler seni oraya tıkan konsorsiyuma teşekkür edecek de değiliz yani! Abartmayalım lütfen. Yahu düşüncelerini ifade etmek dışında bir suç işlemediği mahkeme kararıyla bile tescil edilmiş ve milyonlarca seçmeni, seveni olan Demirtaş gibi donanımlı bir aydının, edebiyatçının hapiste ne işi var?
Eğer onun zamanını ailesine, dostlarına, edebiyata ve müziğe ayırabilmesini istiyorsak, bize de bir sorumluluk düşüyor: Önce elbirliğiyle oradan çıkmasını sağlayalım; sonra da bu ülkeye bir an önce barışı, özgürlüğü, kardeşliği ve eşitliği getirelim ki, dostumuz siyasete bu kadar mesai ayırmak zorunda kalmasın. Çünkü Sibel, söylemeye gerek yok, siz biliyorsunuz zaten: Bu dostumun edebiyatın dışında da on parmağında on marifet var! Birçok müzik enstrümanı çalabiliyor, üstelik beste yapıyor (ki bayağı gıpta ediyorum, çünkü bende o yetenekler sıfır!) hatta karikatür de çiziyor.
- SO: Tam yeri gelmişken, Yiğit Bener, siz Demirtaş'ın bu sürecinde onun kitaplarıyla ilgili yazılar yazdınız. Okur Yiğit Bener için nasıl bir yazardı Demirtaş?
YB: Her şeyden önce Demirtaş'ın özgün bir dili ve üslubu var. İyi bir yazar olmak için bu bence "olmazsa olmaz" bir koşul… Ayrıca yazar Demirtaş, dil/üslup yetkinliğiyle birlikte, kurgu mimarisi, yaratıcılık, düşünsel derinlik açısından da "has yazarlara" özgü niteliklere ve yeteneğe sahip…
SD: Eyvallah üstat, ama anladığım kadarıyla deminden beri sen işi otomatik övgüye bağladın. O zaman izninizle ben çıkıp biraz hava alayım, övgüye pek alışkın değilim: Bizim siyaset mahallesinde eleştiri vardır, övgü ayıptır resmen!
YB: Sen zaten ne zaman istesen düş gücünle firar ediyorsun. O konuya döneceğim… Ama ne övgüsü? Bir insana hak etmediği payeler vermek, yaltaklanıp pohpohlamak başka -ki bunu yapanlardan ben de hiç hoşlanmam- hakkını teslim etmek başka. Ne demiş atalarımız? Yiğidi öldür ama hakkını yeme. (Gerçi, Yiğit'e de yazık, olan ona oluyor hep, o ayrı mesele.) Demem o ki, senin kitapların hakkında yazılar yazmamın nedeni sadece dayanışma duygularımı ifade etmekten ibaret değildi. Her şey bir tarafa, sen güçlü bir entelektüel donanıma sahip, farklı sanat dallarda ürün verebilen çok boyutlu bir aydınsın. Üstelik bütünsel bir siyasi/felsefi bakışın var; bunlar da yazdıklarına ayrı katmanlar ekliyor. Kaldı ki sende az rastlanır taşkınlıkta bir düş gücü de var, bunu gerçekten çok etkileyici buluyorum ve… Ya Selahattin! Ne yapıyorsun Selahattin?
- SO: Sizi duymuyor sanırım...
YB: Duymaz tabii: Sırtını dönmüş, elleriyle kulaklarını tıkıyor. Neyse, tamam, ben zaten bunları ona değil size anlatıyorum. Demem o ki, yazar Demirtaş'ın metinlerinde, memleketimizin "öteki" -yani Kürt- coğrafyasının kültürel ve toplumsal gerçeklerinin izini sürmek de çok zenginleştirici. Malum, edebiyatımızda Kürtlere az yer verilmiş, hele özne olarak… Örneğin anadilinizde eğitim görememenin ve dilinizin/kültürünüzün ülkenizin resmi söylemi tarafından sürekli aşağılamasının sevimsiz olduğunu tahmin etmek zor değil. Ancak Leylan'ın ana karakteri Kudret'in o dobra anlatımı sayesinde bunun bir çocuk tarafından nasıl yaşandığı acı gerçeğiyle yüzleşmek, okurda bambaşka bir etki yaratıyor. Öte yandan, Demirtaş'ın kurguladığı karakterlerin özgünlüğü bununla sınırlı değil. Demirtaş'ın öykü ve romanlarında sıklıkla "Kartonpiyer" öyküsünün Ramazan'ı ya da "Efsun"un Caner'i gibi yoksul, emekçi karakterlere rastlıyoruz. Gerçi Vüs'at O. Bener, Sait Faik, Orhan Kemal gibi nice yazar da sıklıkla "sıradan vatandaş" denebilecek bu tarz karakterleri işlediler. Gelgelelim, Demirtaş bu karakterleri çoğu zaman anlatının merkezine yerleştiriyor ve birinci tekil şahıs anlatımla onların iç dünyalarını okura açıyor, içinde yaşadığımız dünyayı onların gözünden görmemizi sağlıyor, böylece de… Ya Selahattin! Haydaa! Şimdi de türkü söylemeye başladı!
- SO: Bu türkünün sözleri yabancı gelmedi…
YB: Yara min a bedewe Çavreşa gula gunde Yar meleke. Bu Kürtçe bir türkü… Sanırım Aram Tigran'ın bestesi...
- SO: Siz Kürtçe biliyor musunuz?
YB: Ne gezer! Ağırlıklı olarak Selahattin'in kitaplarından öğrendiğim bir iki sözcükten ötesi yok maalesef. Bu türküyü de zaten yine onun bir kitabından öğrenmiştim, ama acaba hangisiydi? Yoksa henüz yayınlanmamış romanında mıydı? Tüh… Ağzımdan kaçırdım. Her neyse... Kendi ülkemin "öteki" dilini öğrenmemiş olmam çok ayıp, farkındayım; ama biliyorsunuz, benim gençliğimde böyle bir dil yoktu ki öğreneyim! Yani… Kürt de yokmuş Kürtçe de yokmuş. Koca koca adamlar utanmadan koca ülkeye bunları söylediler on yıllarca. Aksini dillendirenlerin başına da neler gelmedi neler! Sonrasında yüce devletimiz bile bu kadim dilin ve kültürün varlığını keşfetti çok şükür: Meğer varmış! Artık Kürtçe konuşmak serbest... yani... galiba neredeyse serbestimtırak… sayılabilir... mi… dersiniz? Emin olamadım. Öte yandan, konuşmak serbest olsa bile, Kürtçe düşünmek sanırım hâlâ yasak! Neyse, ne diyordum… Ha, Selahattin'in edebiyatçılığını sormuştunuz…
- SO: Ben sorumu geri çekeyim isterseniz, çünkü Demirtaş sizin onu övdüğünüzü düşündüğü sürece aramıza dönmeyecek korkarım... Biraz eleştirseniz belki normale döner…
YB: Onun benim övgülerime ihtiyacı yok ki! Kitaplarını okuyan zaten bunları kendi de görür. Ama haklısınız, konuyu değiştirelim, inat etti! Tamam Selahattin, dön aramıza, pes ettim… Bak şimdi ne diyeceğim: Sana çok sert eleştirilerim var, Selahattin Arkadaş!
- SO: Dilerseniz bu romanı nasıl yazdığınızı konuşalım, mektuplaşarak yazdınız öyle mi…
SD: Evet mektuplaştık, benim internetim ve ketılım uzun süredir arızalı olduğundan mecburen mektup yöntemi ile haberleştik. Bir defa şunu söylemeden geçemeyeceğim; Yiğit iyi bir edebiyatçı, tamam eyvallah, ama ne kurgu üzerine ne konu üzerine ne dil-üslup üzerine vs. tek kelime konuşmadan, sadece akışına bırakarak tıpkı satranç hamleleri gibi yazmak büyük riskti, fakat Yiğit gerçekten çok iyi iş çıkardı. Onu kutluyorum bir kez daha. Beni arada hem fişekleyip motive etti hem de iyi bir edebiyatçıyla ortak kitap yazmış oldum ve bundan onur duydum. Sağ olsun, var olsun. Bilmiyorum, Yiğit'i yeterince övebildim mi?
YB: Eh aferin sana! Aferin! Ben de mi şimdi "övgü var övgü var!" diye kulaklarımı tıkayıp Fransızca şarkı söyleyeyim?
SD: Sakın ha! Şarkı söylememen kaydıyla lafı sana bırakacağım, ama garanti olsun diye önce şunu da ekleyeyim: Ayrıca Yiğit çok yiğit bir insandır, on milyon kişi karşısına dikilse korkmaz, geri adım atmaz, acıkmaz, uyumaz ve yorulmaz diyor ve şimdi sözü şövalyemize bırakıyorum.
YB: "Sen de mi Brütüs!" diyor ve protesto ediyorum! Benim başıma ne geldiyse zaten bu "yiğit" isminden geldi. Amcam koymuş! Hıristiyan toplumların isimlerinde bizdeki gibi çocuklara ev ödevi veren bu tür "anlam" yüklemeleri yok: Koy bir havarinin adını, geç. Oh, mis! Kimse de "ismiyle müsemma" diye anılmak uğuruna helak olmuyor…
SD: Adı İsa ya da Yahuda olanların da işi zor ama. Meryem olmak da kolay değildir sanırım.
YB: Bak bu çok doğru. Nasıl yazdık meselesine gelince… Selahattin çok haklı, ilginç olan husus, romanın nereye evrileceğini, bir sonraki bölümde öteki yazardan nasıl bir olay örgüsü geleceğini, hatta ne tür yeni karakterler yaratacağını, yani karşımıza ne çıkacağını bilmeden doğaçlama yazdık… Ve hiçbir bölümün içeriğini -çok sınırlı bir iki maddi rötuş dışında- sonradan gelenlere uydurmak amacıyla değiştirmedik. Bu yaklaşım, edebi teknik açısından da başlı başına irdelenmesi gereken bir mesele. Romandaki siyasi-felsefi değinmeleri de aramızda hiç tartışmaya gerek duymadık. (Zaten gerekseydi bile yüz yüze tartışmazdık, o ayrı mesele…) Ortak bir geçmişimiz olmadığı halde, yazdıkça adım adım gelişen -kendiliğinden diyebileceğim- sıkı bir siyasi/felsefi uyum oluşuverdi aramızda. Oysa bu tür konulara girdiklerinde kırk yıllık dostların, yoldaşların arasında bile görüş ayrılıkları patlak veriverir! Yani bunun büyük olasılıkla dünyada bir "ilk" olmasının asıl nedeni, bir araya gelmeden yazmamızdan çok, öncesinde hiç tanışmıyor olmamız ve seçtiğimiz "satranç hamleli" kurgu tekniğidir sanırım. (İyi akıl ettin Selahattin. Bunun patentini mi alsak ne?)
Özetle, ben kendi adıma yazar olarak da birey olarak da bu süreçten çok büyük bir keyif aldım, kendimi zenginleşmiş hissettim. Çıkan sonuçtan da müşkülpesent okur ve edebiyatçı kimliğimle dahi çok memnunum. Öte yandan, mektuplaşma konusunda kuşkularım var. Sizce daha öncesinden tanışmayan iki yazar, bir araya hiç gelmeden, sırf mektuplaşarak böyle bir roman yazabilirler mi? Bu bana inandırıcı gelmiyor. Edebi firarda gizlice buluşmuş olmamız daha büyük ihtimal değil mi? Zaten bazı çizer dostlarımız bu konuyu irdeleyen çizimlerini paylaşmaya başladılar bile; yenileri de gelecek sanırım. Acaba profesyonel ve amatör çizer dostlarımıza çağrıda bulunup bunu bir kampanyaya mı dönüştürsek: "Demirtaş ve Bener bu romanı acaba nerede buluşup yazdılar? Siz çizin bize yollayın, biz paylaşalım…" Ne dersin Selahattin? Hatta ilk karikatürleri sen çizip bir fikir verebilirsin. Olur mu olur! Dur bakayım, romanın tanıtımını üstlenen genç arkadaşlara bir sorayım, onlar daha iyi bilirler…
- SO: Romanın iki karakteri Ayvaz Dere ile Sinan. Her ikisini de sizden dinleyebilir miyim? Ama okumayanlara ipucu vermeyin lütfen…
YB: İpucu vermeden mi? Sevgili Sibel! Bunu nasıl başarabileceğimizin reçetesi varsa sizde, alayım lütfen… Ama peki, denerim. Bence biri emekli general diğeri solcu emekli avukat bu iki karakter birer anti-kahraman aslında. İkisi de aynı kuşaktan, ama toplumsal çatışmalarda zıt kutuplarda yer almışlar. Geçmişlerinin yükü altında ezilen, özünde haklı olduklarına inansalar da kendilerini hayata karşı yenik hisseden birer birey. Biz onları siyasi görüşleri temelinde değil, birey olarak ele almaya çalıştık. Yoksa, generali şeytanlaştırıp solcuyu kahramanlaştırmak kolaya kaçmak olurdu. Biz bunu yapmadık, roman karakterlerimizi insani zaaflarıyla, çelişkileriyle, karmaşıklıklarıyla irdelemeye çalıştık. Sanırım bu sayede de toplumsal barışın nasıl sağlanabileceği gibi çetrefilli bir konuyu yüzeysel klişelerin tuzağına düşmemeye çalışarak irdeleyebildik. Böylece okuru, özellikle de ortak vicdan ve erdem kavramlarını düşünmeye davet edebildik. Yani… Galiba… Umarım…
SD: Ayvaz Dere acayip bir adam, emekli tümgeneral ve hayal kırıklıkları, pişmanlıklar içinde bir Atatürkçü. İnzivaya çekileyim derken, yağmurdan kaçıp doluya tutuluyor. Az önce de söylediğim gibi ne böyle bir karakter vardı aklımızda ne de Sinan ve diğerleri. Her şey mektuptan mektuba şekillendi ve Ayvaz Dere de hiç beklemediği, ummadığı yüzleşmelerle, hesaplaşmalarla karşılaştı. Ayvaz Dere gibiler için bu pek kolay bir iş değil ama biz Yiğit'le ona olabildiğince iyi davranıp yardımcı olmaya çalıştık. İçini döksün istedik, olmuş mu? Kararı okurlar verecek tabii. Sinan ise tam bir takıntı, saplantı girdabında bunalımla debelenirken, eline fırsatı geçirince Ayvaz Dere'nin üstüne çullanıp hesaplaşmayı derinleştiren solcu bir avukat abimiz, güzel insan yani. Sinan da romanda zor bir karakter olarak şekillenirken, "misyonunu" layıkıyla yerine getiriyor bence. Gerçi buna da yine okurlar ne diyecek, bir görelim. Bana sorarsanız, Yiğit'le iyi bir roman yazmış olabiliriz, galiba, inşallah.
YB: Maşallah.
- SO: Hazır Sinan'a gelmişken, Yiğit Bener size döneceğim: Sinan'la sizin geçmişinizin ortaklığı da bir gerçek. 12 Eylül, sürgün, yıkılan hayaller…
YB: Aslında Sinan da tıpkı Ayvaz gibi benim kuşağımdan, yani 12 Eylül'ün travmasını yaşamışlardan biri. Bu kuşak bir tür kaybedenler kulübü; kendine özgü adı bile yok: Sırf "68'lilere" benzetmek için "78'liler" deniyor. Oysa romanda Sinan'ın önerdiği gibi, "büyük hayaller ve büyük yıkımlar kuşağı" dense daha anlamlı olurdu. Benzerlerini gerçek hayatta çok gördüğüm için, bu tarz karakterler yaratmak benim için görece kolay: Kırk yıldır gölge gibi izliyorlar beni; zaten başka roman ve öykülerime de sızmış tipler bunlar. Oysa bu yaş grubundakilerden neredeyse yirmi yaş genç olan Selahattin'in böyle karakterler yaratabilmesi, onların kişilik özelliklerine, ruhsal yapılarına, konuşma ve düşünce tarzlarına bu kadar hakim olabilmesi, yazar gözüyle baktığımda ciddi başarı bence… Her babayiğidin harcı değil.
SD: Bu kadar eleştiriyi de hak etmedim ama!
YB: Peki peki… Sustum. Övgü yok… Övgü yok… Demem o ki, Sinan gibi bir solcunun düşüncelerine ve iç dünyasına sızmak ikimiz için de nispeten kolaydı. Avukatlık desen, zaten Selahattin'in öteki mesleği. Bir diğer karakterin hekimliği ise ikimiz için de tanıdık: Ben yedi yıl tıp eğitimi aldım, Selahattin ise epeydir bir hekimle, Selçuk Mızraklı hocayla hücre arkadaşı. Buna karşılık, general tiplemesi ikimize de çok uzak. Yani bence tüm romanın en kritik karakteri Ayvaz Dere. Okurun değerlendirmesinde romanın başarı ölçütlerinden birinin, bu karakterin inandırıcılık derecesi olacağı kanaatindeyim. Gerçi romanda bir de çocuklarımız, hatta torunlarımız olabilecek yaşta gençler var; onların sahiciliği de ayrı bir parametre.
- SO: Sinan, Ayvaz Dere ile o kulübede konuşana kadar yılmış, bıkmış, sönük bir karakterdi ama Ayvaz Paşa ile ne zaman atışmaya başladı sanki içinden bir aslan çıktı. Çok acayipti…
YB: Doğrudur. Sinan gibi bugün yetmiş yaşına merdiven dayamış yüz binlerce eski solcu militan yaşıyor aramızda. Varlıklarını pek hissetmiyoruz, çünkü onlar başkaları gibi "ille en ön saflarda yer tutacağım, ille adımdan söz ettireceğim, ben ben ben!" diye tepinmiyorlar ortalıkta. Çoğunun yıllardır siyasetle doğrudan bir alakası kalmamış. Üstelik egoları hasarlı, kendilerini yenik hissediyorlar, başlarına gelenlerle, yani darbe döneminde onlara yapılan eziyetlerle kapanmamış, hatta hiç görülememiş bir hesapları var… Ayrıca kendi geçmişleriyle de tam barışık değiller, kendi hatalarının da farkındalar, suçu hep başkasına yıkmıyorlar. Özetle: gençliği çalınmış, geleceği karartılmış, varlığı silinmeye ve unutturulmaya çalışan bir kuşak bu.
Hüsnü Arkan'ın o müthiş şarkısı "Oyun"daki sözler bu kuşağın temel duygusuna cuk oturuyor bence: "Ateşim suyum gülüm vardı, yedin beni her şeyimi tükettin / Dize geldi zaman, eğildi önünde / Ah efendim bırak beni, bir başım var alıp gideyim / Ah efendim hiç anlamadın, sen kazandın ama ben haklıydım." Hüsnü de bizim kuşaktan tabii…
Dolayısıyla Sinan gibileri günümüzde artık büyük iddialar taşımıyorlar, kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanmıyorlar; bununla birlikte yarım yüzyıl önce onları sokağa döken kolektif değerlere, yani sosyalist ütopyanın özünü oluşturan dayanışmacı hümanist değerlere sahip çıkmaya devam ediyorlar. Erdemlilik denen kavrama inanıyorlar ve her biri kendi köşesinde, kendi etki alanında bu doğrultuda elinden geleni yapmaya devam ediyor.
SD: Yiğit'e katılıyorum, bunu ben de gözlemliyorum. Bu atıl kapasiteyi harekete geçirebilsek ne iyi olur. Ama yanlış anlaşılmasın, onları mevcut partilere kazandıralım, dar anlamda siyasi faaliyetlere boğalım demek istemiyorum…
YB: Maazallah!
- SO: Ayvaz Paşa ve Sinan birbirinin tarihine karışmış iki kişi ama ikisi de aslında kaybeden, birbirinin ötekisi arada barışacaklar mı ne olacak diye tansiyonu yükseltiyorsunuz. Onlar Arafta Düet'in iki öznesi, siz romanın iki yazarı… Onları yazmak, onların Türkiye tarihi boyunca yapıp ettiklerini ve yapıp edemediklerini yazarak aslında kısa bir Türkiye tarihi yazdığınızı düşündüm. Siz ne düşünüyorsunuz?
YB: Tarih yazımı bizde ezelden beri büyük bir siyasi çekişme alanıdır. Başta devlet, ama aynı zamanda her bir muhalif hareket tarihi hiç durmadan kendi işine geldiği gibi yeniden yazmaya çalışır ve kendi sözüm ona tarihi gerçeklerini topluma dayatmaya çalışır. Aksini söyleyene ya da farklı gerçeklere, farklı yaşanmışlıklara dikkat çekenleri de "hain" ilan ederler. Nasıl ki edebiyatçının siyasi reçete üretmek ve her güncel konuda "ille tavır almak" gibi bir görevi yoksa, bence tarih yazmak gibi bir işlevi de yoktur. Tarih romanı kavramına bu nedenle hep kuşkuyla bakarım. Bununla birlikte, bireylerin yaşantısını, kişiliğini, onları etkileyen toplumsal bağlamı başarıyla kurgulayabilen bir edebiyatçı, bence okuruna dolaylı yoldan da olsa alternatif tarih kesitleri de sunmuş oluyor bir bakıma. Sonuçta tarih sadece devletlerin, savaşların, büyük komutanların tarihi değildir. Tarih, özünde milyonlarca sıradan insanın, aynı zamanda doğanın, bilimin, tekniğin, teknolojinin, toplumsal ilişkilerin, kültürün, sanatın, edebiyatın, üretimin, tüketimin, aşkın, cinselliğin, deliliğin, ayrımcılığın ama aynı zamanda dayanışmanın, ütopyaların, irili ufaklı toplumsal mücadelelerin, inanç ve düşüncelerin tarihinin çok katmanlı bir bileşkesidir. Öte yandan, "tarih yazmak" iddiasıyla yola çıkan yazar, bence tarihi de ıskalar edebiyatı da…
SD: Türkiye tarihi, siyasal tarih falan yazalım diye başlamadık, aslında herhangi bir şey yazalım diye de başlamadık. Yiğit'in ve benim kişisel tarihlerimiz, hikâyelerimiz romanı şekillendirdi elbette. Ne ben ne de Yiğit Türkiye'nin siyasal tarihinden kopuk, ayrı kişiler değiliz hatta bizzat o tarihin (ve de anın) özneleriyiz. Yazarlar kendilerinden yüzde yüz bağımsız eserler ortaya koyamazlar, bizim tüm kitaplarımız zaten "biz"di, haliyle Arafta Düet de öyle oldu.
- SO: Araf da aslında Türkiye'nin ta kendisi diyebilir miyiz?
SD: Diyebilirsiniz, benim açımdan bir sakıncası yok.
YB: İstersek diyebiliriz tabii… Ama… Bilemedim şimdi. Koca bir ülke bu kadar uzun süre arafta kalabilir mi? Hep "bir şeylerin" olmasını, ülkenin ya o yöne ya bu yöne evrilmesini bekler gibiyiz… Behçet Aysan'ı anmak gerek: "Yok başka cehennem, yaşıyorsunuz işte!" Şairin saptaması o kadar gerçek ve o kadar çarpıcı ki… Utanmasam her romanımın bir kıyısına koyacağım bu dizeyi.
- SO: Ayvaz Dere, neredeyse 40 yıl boyunca "Yakalayıp yakalayıp yere yatırdım, ölü veya diri etkisiz hale getirdim, hem de yüzlercesini, binlercesini. Sonuç? Sonuç, Cumhuriyet'i bir avuç yobaza, soyguncuya, talancıya kaptırdık" cümlesi altını çizdiğim bölümlerden biri…
SD: Yalan mı Allah aşkına? Tam olarak öyle olmadı mı? Kürt anasını görmesin diye Türkiye'yi uçurumdan uçuruma, bataklıktan bataklığa sürüklemediler mi? Kemalist elitler bununla hiç mi yüzleşmeyecekler?
YB: Devleti en uzun süre yönetmiş olan Kemalist kadrolar için dediğine tamamen katılıyorum. Öte yandan, kendi hatalarıyla yüzleşememe zaafı bence iktidara gelen tüm siyasi akımlar, hatta muhalif güçler için de geçerli. Bizim memlekette böyle bir gelenek kimsede yok; kimse ezberlerini sorgulamaz, kimse topluma hesap verme sorumluluğunu asla hissetmez. Herkes kendi mağduriyetine o kadar odaklanmış ki, kendi hatalarıyla -hatta işlediği suçlarla- yüzleşmeye ve samimi bir özeleştiriye asla sıra gelmiyor. Öyle olunca da herkes hep aynı şeyi yapıp yine de farklı sonuç bekliyor! Bizde siyaset akılla değil, kendinden menkul kutsallıklarla, hamasetle, şiddet temelli reflekslerle, katılaşmış duygulardan beslenen ezberlerle ve hiç sorgulanmayan mutlak doğrularla yapılıyor. (Sözüm meclisten dışarı tabii.) Oysa vicdanı ortaklaştırmadan ve yüzleşmeden olsa olsa rövanş alınır… ama asla barış gelmez.
SD: Ben şahsen siyasete hiç ilgi duymadım, pek anlamam da zaten. Yine de bir şeyler söylemem gerekirse, Yiğit'e katılıyorum. Yüzleşme, kendiyle ve geçmişiyle hesaplaşma zor iştir. Her şeyden önce cesaret ve katıksız dürüstlük ister. Toplumsal, siyasal meselelerde kalıcı, hakiki bir çözüm yolu herkesin hatalarıyla samimi şekilde yüzleşmesinden geçer. Başka türlü toplumsal barış da bir arada yaşama kültürü de gelişmiyor. Geçmişle hesaplaşma, sırf birilerinin hatasından dolayı kişilerden hesap sorma, cezalandırma değildir. Bugünün penceresinden bakıp geçmişin toplu bir muhasebesini yapmaktır. Türkiye'de henüz bu olgunluğa ulaşmış iktidar, devlet veya muhalefet anlayışı yok. O da bir gün olacak, ama daha var. O günleri de göreceğiz, buna inanıyorum.
- SO: Romanın sonu büyük final, şahane olay örgüsü. Tuhaf, mizahi ama çok gerçek… ama insan yine de şaşırıyor belki romanın örgüsünden…
SD: Olabildiğince polisiye tadı da vermeye çalıştık, fakat bunu da önceden hiç konuşmadık Yiğit'le, kendiliğinden gelişti bu da. Sıkıcı bir "tarihi roman"ı okumak da yazmak da istemeyiz, değil mi Yiğido?
YB: Allah yazdıysa bozsun! Okurun karşısına ürküttüğümüz kurbağaya değecek nitelikte eli yüzü düzgün bir edebi metinle çıkmaya çalıştık sadece. Ele aldığımız konunun insani boyutunun karmaşıklığı, hassasiyeti ve bunun bize yüklediği toplumsal sorumluluğun ağırlığını da hissettik tabii. Öte yandan, yazarken yer yer çok eğlendik; okurlarımız da eğlensin istedik. Üstelik o kadar büyük bir mutlulukla yazmaktaydık ki, belli bir noktaya vardığımızda metin bize: "Tamam artık, burası final, burada durmalısınız yoksa zorlama olur!" demeseydi, biz o hızla beş on cilt daha yazabilirdik.
- SO: "Bu ülkede iktidar mücadelesinin en hafifi bile, gücü ele geçirenin rakiplerini ille hapse attırmasıyla sonuçlanmıyor mu daima?" sorusunun yanıtı ile nasıl yaşayacağız diye düşündüm. Ne olacak böyle?
SD: Ne olacağı var mı? Kazanana kadar, tam bir demokrasiyi, eksiksiz özgürlükleri var edene kadar direneceğiz. Ama hapiste ama dışarıda, yürüyeceğiz üstüne üstüne, tüküreceğiz celladın yüzüne. (Ben hızımı alamadım sen devam et Yiğit, zaten daha yeni 42 yıl ceza almışım, şimdi ağzımdan TCK kapsamında münasebetsiz bir söz çıkar mıkar, neme lazım.)
YB: Senin durumun vahim! La Fontaine'in kurt kuzu masalı misali, sularını bulandırıyorsun. Şimdi bir demeç versen ve desen ki "Ülkede her şey güllük gülistanlık, ekonomi tıkırında, mahkemeler hiç bu kadar bağımsız olmamıştı, demokrasimiz vallahi çok ilerledi…" kim inanır sana? Hatta alay ediyorsun sanıp maazallah cezanı ikiye bile katlarlar! Şaka bir yana, fikir tartışmasını karakola taşımak, farklı görüşte olanları tehditle, küfürle, hapisle, şiddetle, linç ederek ya da karalayarak susturmaya çalışmak, aslında acizlik itirafıdır, zavallılıktır. Bu yollara başvuranlar eğer kendi fikirlerine güvenselerdi, kimseyi hapse atmaya kalkmaz, yani bu tür ilkelliklere gerek duymazlardı; sadece çıkar kendi fikirlerini savunurlardı. Yani tıpkı bizim yaptığımız gibi!
- SO: Hüsnü Arkan'ın Ayarsız şarkısı eşliğinde ilan edildi eşyazarlığınız. "Ayarsızdık biz, ayar olduk dellendik/ Vaktimiz geldi, dilsiz idik dillendik"ten yola çıkarak "ayarsızlığınız" ve "ayar olmanız" hakkında konuşalım mı?
YB: Önce izin verirseniz şu "eşyazarlık" kavramına bir açıklık getireyim, çünkü yanlış anlaşılmaya müsait... Aslında bu söz bizim kendi aramızdaki yazışmalarda bir latife olarak belirdi. (Benim başımın altından çıkmış olabilir!) Böyle bir terim türetmek, Kürt hareketinin siyasi literatürümüze kattığı "eşbaşkanlık" müessesesine, yani kadınlara alan açarak onları siyaset meydanında görünür kılmaya katkı sunan eşitlikçi anlayışa bir nazireydi kuşkusuz. Ama bunu edebi bir "makam" ya da "statü" gibi konumlandırmayı aklımızın kıyısından bile geçirmedik. Zaten tam tutmuyor da aslında, çünkü bildiğim kadarıyla Selahattin de ben de "doğuştan hasarlı" y kromozomu taşıyıcısıyız… (ama tedavi olmaya çalışıyoruz!) Yani "eşyazarlık" latifesiyle eşbaşkanlık kurumunu karıştırmayalım lütfen.
SD: Ben zaten "ortak yazarlık" demeyi tercih ediyorum.
YB: Çok haklısın, öyle de denebilir tabii… "Öteki yazar" bile bana uyar. Aslında edebiyatta bu tür sıfatların hiçbir önemi de anlamı da yok zaten… Sonuçta, günahıyla sevabıyla bu kitabı birlikte yazdık, her bir satırının sorumluluğunu eşit derecede üstleniyoruz. Maruzatımız bundan ibaret.
Ayar'a gelince… Hüsnü kadim dostumdur. Ben onun müziğini, şiirlerini ve şarkı sözlerini, ayrıca romanlarını çok severim; uzunca bir süre birlikte İktidarsız isimli bir dergi çıkardık, matrak kısa video filmler de çektik. Sağ olsun, ricamı kırmadı, o güzelim şarkısını bize tanıtım için ödünç verdi. Ve çok haklısınız Sibel, şarkının sözleri bence de durumumuza "cuk oturdu". Gerçi, bizler hiç "dilsiz şeytan" olmadık, haksızlık karşısında hiç susmadık. Ama ayarlandık mı? Ayarlandık kesinlikle. Bir başkasıyla ortak metin üretmek, hele roman yazmak bambaşka bir deneyim: Duygu, düşünce, dil, üslup, kurgu alanında çok sıkı ve çok ince bir ayar gerekiyor, ayrıca iki yazar arasında elbette bambaşka bir bağ kuruluyor. Peki ayarlanırken bir yandan da dellendik mi? E vallahi bu ülkede tanık olduğumuz ve maruz bırakıldığımız onca kötülük karşısında dellenmemek mümkün mü? Ayar verme boyutu ise daha çok Selahattin'in işi: Herkese ince ince o kadar güzel ve doğru ayar veriyor ki… Susturmak için ta Edirne'ye yolladılar. Ama görüldüğü üzere, Selahattin kâh tatlı dille kâh sivri dille ayar vererek oradan da muktedirlere dil çıkarmaya devam ediyor! Yani onu dilsiz kılmayı asla beceremeyecekler.
SD: Öncelikle ben de Hüsnü'ye çok teşekkür ediyor ve selamlarımı gönderiyorum. Ben küçükken "dilsiz" olan bir halkın mensubuydum. Ben büyüyünceye kadar halkım, dostlarıyla birlikte öylesine zorlu bir mücadele yürütüp öylesine ağır bedeller ödeyerek "diline" kavuşmuştu ki, yirmili yaşlarda bir gençken artık her anlamda "dili" olan bir halkın mensubuydum. O günden beri konuşuyorum, konuşuyoruz ve konuştukça ayarlıyoruz; ama hizaya gelmeden… Ve egemenlere göz göre göre ayar veriyoruz. Bu yüzden çoğumuz ya mezardayız ya hapiste ya da sürgünde. Ancak ayarın tutmasına az kaldı. Özgürlüğün şafağı yakındır.
- SO: Bu düetin kazananı ya da kaybedeni kim sizce?
SD: Ezilenler, yok sayılanlar, yok edilenler kazansın diye uğraşıyoruz zaten. Düet'te egemenler, kendini bir …ok sananlar, zulmün temsilcileri kaybediyor, o günler illaki geliyor. Hep birlikte göreceğiz.
YB: İple çekiyoruz…
- SO: Bu iş birliğinizden ve bu romandan okura, Türkiye'ye ne kalsın?
YB: Bu iş birliğinden bana ömür boyu taşıyacağım bir onur kaldı bile. Okurun ise okumaktan mutlu olmasını, edebi haz almasını dilerim. Şairin dediği gibi, bâkî kalırsa bu kubbede bir hoş sadâ, yani okurumuz romanı hatırladığında yüzünde bir gülümseme belirir, aklında da üzerinde kafa yoracağı bir soru işareti kalırsa, yazar olarak daha ne isteyebiliriz? Türkiye'ye ne kalacağına gelince, o daha çok Selahattin'in uzmanlık alanı: Dedim ya, ben sadece "kendi halinde bir edebiyatçıyım."
SD: Geriye dostluk kalsın, gerçek bir kardeşlik kalsın yeter. Dışarıda Türk bir edebiyatçı, hapiste Kürt bir siyasetçi, birbirimizi hiç görmedik, dokunmadık, demek ki dostluk zor değilmiş. Neden biliyor musunuz? Çünkü Yiğit benim tüm kimliklerime, dilime, anavatanıma, düşüncelerime, inançlarıma sınırsız, amasız, ancaksız; saygıyla, kabulle yaklaştı. Ben de onu egemenin temsilcisi olarak görmedim, omuz hizasında konuştuk, göz hizasında anlaştık. Hepsi bu kadar. Faşist olmayınca gerisi kolay oluyor.
YB: E zaten başka türlüsü mümkün mü yahu! Ötekine saygısı olmayanın özünde kendine de saygısı yoktur, çünkü malum, hepimiz bir başkasının ötekisiyiz. Ama madem dostluk meselesini derinleştirdin, şunu ekleyeyim bari: Eskiden de "Selo Başkana" siyasi ve insani sempatim vardı. Yazar Demirtaş'ı da aynı şekilde ilk öykü kitabını okuduğum andan itibaren dost addettim, çünkü ben metinlerini sevdiğim tüm yazarları dostum saymışımdır daima… Hiç karşılaşmasak da… hatta ben doğmadan ölmüş olsa bile.
Gelgelelim, birbirimizi hiç görmediğimiz halde son yıllarda adım adım dallanıp budaklanan bu yakınlaşmamız meseleyi benim duygu dünyamda bambaşka bir boyuta taşıdı: Selahattin benim için artık dosttan da öte, kardeşimdir… Yalnız dikkatinizi çekerim, burada "kardeş" sözcüğünü siyasette sıklıkla çarpıtıldığı şekliyle (siyasetin her kavramın ...okunu çıkarıp her şeyi kirletmek gibi kötü bir alışkanlığı var!) kalpazan bir hamasetle kullanmıyorum. "Selahattin artık kardeşimdir" derken, onu artık düpedüz öz ailemin bir ferdi olarak gördüğümü ve öyle hissettiğimi ifade ediyorum.
SD: Yiğit son sözü almadan Arafta Düet için emeği geçen, yüreğini koyan o kadar çok insan var ki, tek tek isim saysam risk almış olurum. Ama bu toplu teşekkürü lütfen geçiştirme olarak algılamayın. Siz olmasanız Arafta Düet olmazdı. (Başka bir şey olurdu, kendinizi o kadar da abartmayın. :) Hepinizi çok seviyor ve hasret yüklü selam, sevgilerimi gönderiyorum. Özgür günlerde görüşüp karpuz keseceğiz daha, hepiniz kendinize iyi bakın.
YB: Doğru, nice dostumuz bize "ön okurluk" yaptı, görüş bildirdi, eleştirdi, yüreklendirdi. Hepsini tek tek saysak, Oskar töreni teşekkür konuşmasına döner. Öte yandan, eğer iznin olursa (ve kendisi de izin verirse) tek bir kişiye özel olarak teşekkürü bir borç bilirim: Bu romanın gizli kahramanından, yani posta kutumuzdan, e-Şerif isimli sıradışı mesajlaşma yazılımımızdan söz etmek istiyorum. Bizim bu çok özel haberleşme aracımız yapay değil, son derece kanlı canlı ve kıvrak bir zekâyla çalışıyor. Onun hızına erişen bir işletim sistemi daha icat edilmedi, benzeri de yok zaten. Virüslere asla geçit vermiyor. Buna karşılık, sadece kuru kuruya metinleri değil, duyguları da iletiyor, çünkü onun kocaman da bir yüreği var. O olmasaydı, mevcut koşullarda bu romanı gerçekten de "nah" yazardık!
Selahattin'in dediği gibi: "Korkma, bağır / olmadı hızır'ı çağır! / hızır senin kalbindedir / sen hızırsın be güzelim!" Bu süreçte bizim "hızırımız" da Şerif'ti. Onun gibi yürekli gençler olduğu için umudumuzu koruyoruz: Bu ülke onların sayesinde er geç düzlüğe çıkacaktır.
© Tüm hakları saklıdır.