Radikal Blog yazarı Sercan Engerek, Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çıkartılan öğrenci gazetesinde yayımlanan haberlerin ilginç gerekçelerle uzun süredir sansürlendiğini ve gazetenin alınan yeni kararla kapatıldığını yazdı.
Engerek, sansürlenen haberleri ise şöyle ifade etti;
"Bir sağlık haberinde doktorundan bilgi alınan hastanenin adının yazılması... O hastane meğer üniversite hastanesi ile rekabet içindeymiş. Adı yazılmamalıymış. Ama işe bakın ki her iki hastane de kamu hastanesi!
Bir başka müdahale ise Erzurum'un yerel lezzetlerinden cağ kebabıyla ilgili yapılan haberde Tortum ilçesinden bahsedildiği için. Meğer kontrol memuru Oltuluymuş!
Diğer haberde ise çekilen bir dış mekân fotoğrafında yer alan "Zaman Kuyumculuk" yazısı. Onu da "paralelcilik" ile bağdaştırmışlar."
Evrensel'de yer alan habere göre, öğrenci gazetesine sansür uygulayan ve kapantılmasını sağlayan Atatürk Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mevlüt Sait Keleş, 7 Haziran’da yapılacak genel seçimler için AKP’den milletvekili aday adayı olmuş.
Sansürlerin ardından gazetenin de kapatılmasına tepki gösteren fakülte öğrencilerinden Engerek, "Doğru dürüst mesleğe atılmadan sansürü de, baskıyı da, yıldırmayı da yaşadık! Söyleyin ne yapalım? İletişim fakültelerini kapatalım, gazetecilik eğitimini sonlandıralım mı? Gazeteye bir sansür mekanizması şeklinde rektörlük denetimi niye? Üstüne üstlük siyasi haber dahi yayınlanmazken?" ifadelerine yer verdi.
"Ne yapalım? Sürekli rektörlüğün düzenlediği etkinlikleri, faaliyetleri mi haberleştirelim? Protokol gazeteciliği mi yapalım?" diye de soran Sercan Engerek, "Yüzlerce, onlarca öğrencinin eğitimini yok saymaya, sektörün evet acımasız olduğunu biliyoruz ama daha yolun başında gazeteci adaylarını yıldırmaya değer mi?" diyerek gazetenin kapatılmasına tepki gösterdi.
Sercan Engerek'in Radikal Blog'ta 'Üniversitede gazeteler sansürleniyor' başlığıyla yayımlanan (30 Nisan 2015) yazısı şöyle:
Sansür her çağın vebası. Basının ortaya çıktığı yıllardan günümüze dek süregelen bir denetim mekanizması aynı zamanda. Sansür, yayınlanan içerik birilerini rahatsız ettiğinde o içeriğin ortadan kaldırılması anlamına geldiği gibi haber, röportaj, köşe yazısı gibi basın ürünlerinin daha yayına girmeden evvel bertaraf edilmesi anlamını da taşır.
Dünya basın tarihi vergi cezaları, gazete sayfalarını haber yerine reklam ilanlarıyla donatmak, gazete kapatmak, gazetecileri cezalandırmak gibi sansür uygulamalarıyla dolu. 16. yüzyılda İngiltere'de ilk sansür memurun atanması, Amerika'nın kolonilerinde katı sansür uygulamaları, Osmanlı'da kurulan sansür heyeti bunlara birkaç örnek.
Sansüre yönelik basın tarihçilerinin karanlık bir dönem olarak nitelediği istibdat döneminde Osmanlı'da çeşitli kurumlar bile oluşturulmuştu; Türkçe ve azınlıkların dilleriyle yayınlanan gazeteleri denetleyen İç Basın Müdürlüğü, yurt dışından ülkeye gelecek her türlü yayını denetleyen Matbuat Hariciye Müdürlüğü gibi. Yanı sıra yine o dönemde "hürriyet, vatan, ihtilâl, inkılâp, sosyalizm" gibi kelimelerin kullanılması da yasaklanmıştı. Dahası nice gazeteciler, yazarlar sürgüne gönderilmiş, niceleri ise Avrupa'da kendi gazetelerini çıkarmaya başlamıştı.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra tek parti döneminde de basına yoğun baskılar uygulandı, gazeteciler Takrir-i Sükûn Kanunu ile cezalandırıldı; çok partili hayata geçildikten sonra Demokrat Parti döneminde de benzer uygulamalar görüldü. Bunun için Türkiye'nin basın tarihi biraz da sansür tarihidir.
Ama bununla birlikte bir mücadele tarihidir de. Dünyada, 26 Ağustos 1789'da yürürlüğe giren Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Bildirisi, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile düşünce özgürlüğü hukuki bir zemin kazanmış, basın özgürlüğü anlayışı gitgide yerleşmeye başlamıştı. Türkiye'de ise gazeteleri, dergileri kapatılan, sansüre uğrayan, cezalandırılan gazetecilerin direnişleriyle basın özgürlüğü anlam kazanmaya başladı.
Mesela romanları, öyküleri, röportajları ile tanıdığımız Yaşar Kemal yaşamının büyük bir bölümünü mahkeme koridorlarında geçirmek zorunda kalmıştı. Yıllarca barışın savunuculuğunu yapan usta romancı, 5 yıl hapse mahkûm olup cezası aynı süre içinde aynı suçu işlememesi kaydıyla ertlendiğinde şöyle demişti:
"Beni idama mahkûm etseniz daha iyi. Beni sansüre mahkûm ediyorsunuz. İnadına yazacağım inadına konuşacağım."
Başka bir deyişle de gazetecilerin öldürülmesiyle basın özgürlüğünün aslında bir demokrasi sorunu olduğu, demokrasinin olmayışının ise bir yaşam hakkı ihlaline yol açtığını yakın tarih tüm örnekleriyle gösterdi.
Zira sansürün despotik yönetimlerde yaygın olması o ülkelerin basın özgürlüğünde çok gerilerde yer almasının birincil nedeni. Aynı zamanda o ülkenin demokrasiden de sınıfta kaldığının kanıtı.
Türkiye'nin basın özgürlüğü sıralamasındaki yerine baktığımız vakit, istatistikler ne durumda olduğumuzu ortaya koyuyor, her ne kadar devlet yetkilileri en özgür basına sahip olduğumuzu ileri sürseler de.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün 2015 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi Raporu'na göre Türkiye 180 ülke arasında 149. sırada yer alıyor.
Türkiye'de basın özgürlüğünün durumu herkesin malumu. Basının neden özgür olamadığından pek çok defa bahsettik ama son zamanlarda en çok müdahale edilen haberlerde yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla ilgili haberler baş sırada yer alırken, gazetecilerin sürekli ifadeye çağırılması, çeşitli konularda getirilen yayın yasakları, hâlen gazetecilerin tutuklanıyor olması ne durumda olduğumuzu görmek için çok uzağa gitmemize gerek olmadığını kanıtlıyor zaten.
Herhalde hiçbir demokratik ülkede bir başbakan bir kanalı arayarak rakibinin konuşmasını ekranlardan kaldırtmamıştır. Aynı başbakan meydanda bir gazeteciyi yuhalatmamıştır; bir medya patronunu telefonda ağlatmamıştır. Herhalde hiçbir demokratik ülkede başbakanın emriyle "havuz medyası" kurdurulmamıştır. Herhalde hiçbir demokratik ülkede Ankara'dan gelen telefonla gazeteciler çalıştığı kurumda attırılmamıştır. Herhalde hiçbir demokratik hukuk devletinde "O gazetecinin sitesini kapatın! Mahkeme kararı mı yok? Yaa kardeşim, biz yasa yapan yeriz, gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız" diyen biri iç işleri bakanı yapılmamıştır. Herhalde demokrasi olan hiçbir ülkede gazetecilerin attıkları tweetler yüzünden 5 yıl hapsi istenmemiştir.
Demokrasilerde herhalde gazeteciler "terörist," "paralelci," "vatan haini" damgalarıyla yaftalanmamıştır.
Sansür her yerde, üniversitede de
Durduk yerde niye sansürden, basın özgürlüğünden, demokrasiden bahsettik yine? Aslında durduk yerde olmadı.
Dün sabah, Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin öğrenci uygulama gazetesi olan "Atatürk İletişim Gazetesi"nin rektörlüğün içeriği onaylamaması nedeniyle fakülte tarafından alınan kararla, artık kâğıt baskısının yapılamayacağını öğrendik.
Bir süredir gazetenin rektörlük tarafından kontrol edilerek yayınlandığından haberdardık. Ancak müdahale o raddeye vardı ki, rektörlük tarafından sunulan sudan sebepler gazetenin geleceğini tehlikeye attı.
Neydi o müdahaleler? Yayınlanamayan nisan sayısından örneklerle şöyle:
Bir sağlık haberinde doktorundan bilgi alınan hastanenin adının yazılması... O hastane meğer üniversite hastanesi ile rekabet içindeymiş. Adı yazılmamalıymış. Ama işe bakın ki her iki hastane de kamu hastanesi!
Bir başka müdahale ise Erzurum'un yerel lezzetlerinden cağ kebabıyla ilgili yapılan haberde Tortum ilçesinden bahsedildiği için. Meğer kontrol memuru Oltuluymuş!
Diğer haberde ise çekilen bir dış mekân fotoğrafında yer alan "Zaman Kuyumculuk" yazısı. Onu da "paralelcilik" ile bağdaştırmışlar.
Bir komedi gibi değil mi? Trajik bir komedi!
13 yıldır yayınlanan öğrenci uygulama gazetesinin başına gelene bakın siz. Gazetecilik öğrencilerinin dersleri kapsamında ve mesleki deneyim kazanmak amacıyla yazdıkları haberler, yaptıkları röportajlar artık sitede değil belki ama gazetede yayınlanamayacak.
Çünkü müdahale var! Rektörlük, İletişim Fakültesi'nin hocalarından, öğrencilerinden daha iyi biliyor gazeteciliği ve diyor ki: "Burası olmamış!"
Niçin? Keyfi nedenlerle.
Üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerinin özel çabalar ile bin bir hevesle yazdığı haberler engellenmekle kalınmıyor, gazeteci adaylarının, daha yolun başında onlarca öğrencinin şevki kırılıyor.
Ama sadece bu da değil! Gazeteciliğin ilmini bilimini öğrendiğimiz fakültede gazetecilik eğitiminin sekteye uğraması göze alınıyor.
Oysa daha önceki haftaki dersimizde basın özgürlüğünden bahsettik. Yazının başında yer alan bilgiler ise gazetecilik ikinci sınıfta okutulan basın tarihi kitabından.
Daha doğru dürüst mesleğe atılmadan sansürü de, baskıyı da, yıldırmayı da yaşadık!
Söyleyin ne yapalım? İletişim fakültelerini kapatalım, gazetecilik eğitimini sonlandıralım mı?
Gazeteye bir sansür mekanizması şeklinde rektörlük denetimi niye? Üstüne üstlük siyasi haber dahi yayınlanmazken?
Ne yapalım? Sürekli rektörlüğün düzenlediği etkinlikleri, faaliyetleri mi haberleştirelim? Protokol gazeteciliği mi yapalım?
Yüzlerce, onlarca öğrencinin eğitimini yok saymaya, sektörün evet acımasız olduğunu biliyoruz ama daha yolun başında gazeteci adaylarını yıldırmaya değer mi?